'Özelleştirme nedir denecek olursa: Kamuya, yani halka ait olan varlıkların, çoğu kez kamunun parası kullanılarak, kamunun elinden alınıp sermaye sınıfına, kapitalistlere, patronlara devredilmesi.'

Çıkış için yol haritası: Kamuculuk-II

Kamuoyunda “beşli çete” olarak bilinen müteahhitler kartelinin en tanınan siması Mehmet Cengiz’e ait olan Cengiz Holding, yakın zamanda Bodrum’daki Cennet Koyu’nda devasa bir gayrimenkul projesi başlatacak.

Gazetedeki haberlere göre, Cengiz 678 bin metrekarelik arazi üzerine 100’e yakın lüks villa ve ayrıca uluslararası bir otelcilik firması olan Bulgari tarafından işletilecek ultra lüks bir otel inşa edecek.

Cengiz söz konusu araziyi 2012 yılında Gülen Cemaati’ne yakınlığıyla bilinen ve sonradan arazideki payının tamamını Cengiz’e devredecek olan Fettah Tamince’yle birlikte Özelleştirme İdaresi’nden satın almıştı, yani satın alınan arazi bir kamu varlığıydı.

Peki Cengiz ve Tamince bu araziyi kamudan nasıl satın aldılar?

Yine bir kamu bankası olan Ziraat Bankası’na gittiler ve 277 milyon liralık kredi başvurusunda bulundular. Başvuruları kabul edildikten sonra da o parayı götürüp başka bir kamu kuruluşu olan Özelleştirme İdaresi’ne verdiler ve arazinin sahibi oldular.

Yani, kamuya ait olan bir arazi kamu bankasından çekilen krediyle kamudan satın alınmış oldu; Cengiz ve Tamince, ceplerinden beş kuruş para çıkmadan, üstelik gerçek değeri 277 milyon liranın dört beş katı olduğu söylenen bir araziyi mülkiyetlerine geçirdiler.

“Özelleştirme nedir” diye sorulsa tam olarak örnek gösterilecek hadise budur: Kamuya, yani halka ait olan varlıkların, çoğu kez kamunun, yani halkın parası kullanılarak, kamunun, yani halkın elinden alınıp sermaye sınıfına, kapitalistlere, patronlara devredilmesi.

Özelleştirme servet transferi yöntemlerinden biridir; kapitalizmde sadece çalışanların emeklerinin ürününe el konulmasıyla, artı-değer gaspıyla yetinilmez, halkın ödediği vergilerle kurulan fabrikaların, madenlerin, limanların ya da tüm toplumun ortak mülkiyetinde olması gereken derelerin, kıyıların, ormanların da adım adım sermayeye devri gerekir. Bu, sermayenin sürekli genişlemesi ve kendine yeni kârlılık alanları bulması için kaçınılmaz bir zorunluluktur.

Cennet Koyu örneği üzerinden devam edecek olursak, bunun bir istisna değil, kural olduğunu söyleyebiliriz. Bugün Türkiye’de kamuya ait arazilere sadece otel yapmak için el konulmamaktadır; sermaye ülkenin bütün kıyılarını, sahillerini, plajlarını da gasp ederek toplumun ortak malı olmaktan çıkarmış, kamuya ait olan bu alanlar özelleştirme mekanizmaları üzerinden sermayeye devredilmiştir.

Bugün Türkiye’de insanca bir tatil yapma olanağı toplumun geniş kesimleri için ortadan kalkmaktadır ama bu sadece hayat pahalılığı ile ilgili değildir; kamusal olanın, tüm topluma ve halka ait olanın özelleştirilmesiyle, yani kamusal mülkiyetin gaspı ve tasfiyesi ile de doğrudan ilgilidir.

Dolayısıyla bugün yaşadığımız eğitim ve sağlık gibi sosyal haklara ulaşamıyor olmaktan insanca bir tatil yapamamaya uzanan genişlikteki yıkım süreci, özel mülkiyetin kamusal mülkiyet lehine genişlemesinden, özel mülkiyetin bir kanser hücresi gibi kamusal olanı yiyip bitirmesinden kaynaklanmaktadır. Kamusallığın çok boyutlu tasfiyesi, geniş halk kitleleri açısından daha çok yoksullaşma, daha çok hayat pahalılığı, daha çok işsizlik anlamına gelmektedir yani.

Marx ve Engels, Komünist Manifesto’da özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasının komünistlere yönelik bir suçlama olarak kullanılmasına karşı şu satırları yazmışlardı:

Özel mülkiyete son vermek istememizi dehşetle karşılıyorsunuz. Ama sizin bugünkü toplumunuzda nüfusun onda dokuzu için özel mülkiyete son verilmiştir; özel mülkiyetin bulunmasının nedeni onda dokuzun elinde bulunmamasıdır. Demek ki siz bizi ancak toplumun ezici çoğunluğu için hiçbir mülkiyetin bulunmaması koşuluyla var olabilen bir mülkiyete son vermek istemekle suçluyorsunuz.

Uzun sözün kısası bizi sizin mülkiyetinize son vermek istemekle suçluyorsunuz. Elbette bizim istediğimiz bu.

Buradan yola çıkarak söyleyebiliriz ki asıl “mülkiyet düşmanı” kapitalizmin ta kendisidir. Kapitalizm ancak sürekli ve sürekli kamusal mülkiyete, halka ve topluma ait olan mülkiyete el koyarak, onu ele geçirerek, gasp ederek varlığını devam ettirebilir. Kapitalizmin varlık koşulu, sadece toplumun çoğunluğunun üretim araçlarından koparılmasını değil, aynı zamanda o çoğunluğun elinden kamusal tüm varlıkların alınmasını, metalaştırılmasını, fiyatlandırılmasını da gerektirir.

Binlerce ağacın kesilerek yerine villa, otel dikilmesi de sahillere, plajlara astronomik ücretler ödenmeden girilememesi de bununla ilgilidir; özel mülkiyet kamusal mülkiyetin aleyhine genişledikçe, toplumun en temel haklara ulaşması da insanca bir hayat yaşaması da giderek güçleşmektedir.

Demokrasiyi sadece düşünce ya da örgütlenme özgürlüğüne veya seçimlere indirgeyenler, hakları da bu bağlamda ele alırlar ve meselenin ekonomi-politik boyutunu, yani sınıfsal yanını görmezler. Oysa eğitim, sağlık, barınma, ulaşım, tatil vs. bunlar da birer insan hakkıdır ve bunlara ulaşımın garanti altına alınmadığı bir demokrasi, sadece bir yanılsamadan ibarettir.

Sadece demokrasi meselesi değil, bugün yaşadığımız ekolojik kriz de özel mülkiyetin kamusal mülkiyet aleyhine genişlemesinin, denizlerin, ormanların, derelerin, sahillerin sermayenin talanına açılmasının bir sonucudur. Bu durdurulmadığı sürece ise bizi hep büyük bir felaket bekleyecektir.

Dolayısıyla ihtiyacımız olan, özel mülkiyetin kamusal mülkiyet aleyhine genişlemesini, yayılmasını durdurmak, sonra da kamusal mülkiyeti özel mülkiyet aleyhine genişletmektir, bunun siyasetini yapmaktır, bu siyaseti toplumla buluşturmaktır.

Üç kuruşa sermayeye devredilen fabrikalar ve tesisler de, madenler ve limanlar da, Cengiz’in halkın parasıyla gasp ettiği arazi de, lüks otellerin geniş duvarlarla çevreleyip izole edilmiş bir lüksü küçük bir azınlığa sundukları araziler de, para vermeden giremediğimiz plajlar ve sahiller de kamulaştırılmalıdır.

Bu ise kamudan, toplumdan, halktan çalınanların tekrar kamuya, topluma, halka iadesi anlamına gelmektedir ve sermayenin kamudan, yani küçük bir azınlığın çoğunluktan çaldıklarının tekrar asıl sahiplerine iadesi ancak politik bir mücadeleyle söz konusu olabilir. Kendimize ait olanı geri alma mücadelesi, kendi kaderimizi ve geleceğimizi de elimize alma sürecidir aynı zamanda.

Geçen haftaki yazının son cümlesini bu yazının da son cümlesi yaparak bitirecek olursak; “eğer sahici bir kurtuluş aranıyorsa, kamuculuk fikri, rehberimiz, yol göstericimiz olmalıdır, çıkış tam olarak buradadır.”