ANALİZ | Faiz-kur sarmalında AKP kumarı

'Teşbihte hata kaçınılmaz olacak: Koca konak yağmalanmış, en son kalan gümüş şamdanların değerine satılıp satılmadığı, alınan paranın büyük kardeşler arasında nasıl paylaşılacağı kavgası izliyoruz'

Adile Kaya

Merkez Bankası Para Politikası Kurulu (PPK), dün yapılan Kasım ayı toplantısında politika faizini 100 baz puan indirerek yüzde 15’e çekti. Önceki gün Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın faiz indirimine işaret eden açıklamalarıyla hızlanan TL’nin değer kaybı, PPK kararı sonrasında iyice şiddetlendi, gün içinde dolar 11,30 seviyelerine kadar çıktı. Yıl başına göre TL, dolar karşısında yüzde 30’un üzerinde, avro karşısında ise yüzde 25’e yakın değer kaybetti. Haftalık değer kaybı ise yüzde 10’a yaklaştı.

PPK karar metninde enflasyon artışına yol açan global etkenlerin 2022 yılının ilk yarısında da etkili olacağı belirtiliyor. Bir önceki toplantı karar metninde geçici olduğu vurgulanan etkilerin bir süre daha kalıcı olacağı kabul ediliyor. Ancak yine aynı metinde Aralık ayında da faiz indirimine devam edileceğine işaret ediliyor. Kurun sabit kalması durumunda bile global fiyat artışları, güçlü dış talep gibi etkenlerle enflasyonun yükselmeye devam edeceği açıkken kur-enflasyon sarmalıyla birlikte artışın daha da fazla olacağı görülüyor.

Benzer bir kur şokunun yaşandığı 2018 yılının Mayıs ayını başlangıç alırsak TL’nin değer kaybı yüzde 60’ı geçmiş durumda. Türkiye ekonomisinin dışa bağımlılık düzeyi nedeniyle TL’deki yüksek oranlı değer kaybı enflasyonu da tetikledi. 2018 Mayıs’tan 2021 Ekim sonuna bakıldığında TÜİK verilerine göre tüketici fiyatları yüzde 70, üretici fiyatları ise yüzde 120’ye yakın arttı. Enflasyondaki yükselişin en önemli nedenlerinden biri kurdaki artış olmakla birlikte, global ölçekte enerji başta olmak üzere emtia fiyat artışları ve sermaye düzeninin bu tür durumlarda her yerde ve her zaman istisnasız çalışan fırsatçılığı da etkili oldu. İthal hammadde ve ara malı bağımlılığının yüksekliği kur geçişkenliğinin, yani üretim maliyetleri ve dolayısıyla fiyatlara kur artışının yansımasının yüksek olmasına neden oluyor. Aynı zamanda döviz bazında borçluluk düzeyinin yüksekliği, finansman maliyetlerini, dolayısıyla yine fiyatları artırıyor. Ancak piyasa düzeni ayrıştırılması neredeyse imkansız bir dizi fırsatçılığa da doğası gereği zemin sunuyor. Bir malın ilan edilen, spot piyasalardaki fiyat artışıyla, uzun vadeli anlaşmalarla alım yapan büyük bir kullanıcı için maliyeti arasında büyük farklar olabildiği gibi, stoklar, gerçek ağırlığından fazla yansıtılanlar, tekel gücü vb “serbest piyasa” mantığı içinde hiçbir denetimin, kuralın olmadığı bir dünya söz konusu. Üstelik içinden geçilen dönemde olduğu gibi çok hızlı tersine dönen arz-talep şoklarında düşen fiyatların çeşitli bahanelerle yansıtılmadığı maliyetlere artan fiyatların yansıtılması gibi neredeyse kural olmuş uyanıklıklar da söz konusu.

'Herkese karşı bir deli' mi, sermayenin vazgeçilmezi olmaya devam etme hırsı mı?

Varlığını irrasyonelliğe borçlu olan bir düzende kararların rasyonelliği üzerine bir tartışma yürütmek hiç kuşkusuz gülünç. Kapitalizmden bahsediyoruz, tekil sermayedarların çıkarları uğruna milyonların sefalete sürüklendiği, doğanın mahvedildiği, tüm canlılara yaşamın dar edildiği bir düzen. Sermayenin tarihsel, dönemsel çıkarlarına göre şekillenen ekonomi politikalara “bilimsellik”, teknik doğruluk atfetmek, iktisat diye bir “bilim”den söz etmek için de büyük bir akıl yitimi yaşıyor olmak gerekli. Siyasi iktidarın ekonomi politikalara ilişkin tasarrufları, tercihlerini sermayenin beklentilerini karşılama, sermaye ile siyasi temsiliyeti arasındaki uyum gibi bağlamlarda değerlendirmek söz konusu olabilir ancak. AKP iktidarının para politikası tercihlerini bu bağlama yerleştirdiğimizde büyük bir uyum sorunu olduğunu, rollerin yer yer karıştığını saptamak mümkün. Ancak AKP’nin “sermayeye hizmet” konusunda Türkiye kapitalizmi tarihinin en ileri örneği olduğu, mevcut debelenmesinde dar siyasi ikbali kadar uzun süre kollanabilmiş, sermayeyi ihya edici ekonomik dengeleri yeniden tesis etme hırsı olduğunu da görmek gerekli. Uluslararası sermaye başta olmak üzere sarıp sarmalayıcı desteğin azaldığı bir tabloda çapsızlaşma artmış olsa da…

Türkiye kapitalizmini ipten alacağı düşüncesi gittikçe güçlenen “Avrupa Yeşil Mutabakatı”nın sunduğu uluslararası sermayeye yeniden güçlü entegrasyon ufkundan çok konjonktürel olsa da ihracata dayalı ekonomik genişlemenin 2022 yılında da yüzde 5 civarı bir büyümeyi sağlayacağına duyulan güvene bu kur şokunun maliyetini de atlatacaklarına, günün sonunda sermayeyi memnun etmeye devam edeceklerine ilişkin bir iddiayla hareket ettikleri söylenebilir. Dünyadaki kuvvetli rüzgarlar Türkiye’ye kasırga olarak taşınıyor ama aynı zamanda “ayrışma”yı hafifletiyor. AKP iktidarı bu fırsatı pandemi döneminde iyi kullandı ve belli ki hala kullanmaya devam edebileceğini hesaplıyor. 2018’in en önemli sonuçlarından biri olan özel sektör borcunun kamuya transferi, yani halka yıkılması operasyonu pandemi dönemi pek çok ülkede kamu borçlanmasının artması fonunda olabileceğinden daha gürültüsüz bir şekilde gerçekleştirildi. (Başka bir yazının konusu olmakla birlikte muhalefetin 128 milyar dolar kampanyasının tamamen pop içeriğinin de bu eksende yardımcı olduğunu belirtmek gerekir.) Pandemi sonrası toparlanma başta olmak üzere 2018’e göre kimi avantajların olduğu söylenebilir. Ama 2018’de halı altına süpürülenler dalga boyunu büyütüyor. AKP bir tür kumar oynuyor denebilir. Burjuva siyaseti söz konusu olduğunda çok yadırgatıcı değil.

AKP iktidarının emekçiler cephesinde “pandemi kırbacı” ile terbiyenin sonuçlarına güvendiği de eklenmeli. 2020’yi milyonlarca emekçinin işsizlik, ücretsiz izin, kısmi çalışma vb büyük kayıplarla geçirmesinin ardından 2021’de yeniden bir işe ve düzenli gelire sahip olmanın “hafifletici” etkisine güveniyorlar. Tabii daha da fazla emekçilerin öfkesini sokağa değil sandığa yönlendirme virtüözü muhalefete.

Zenginliğine zenginlik katanları ve kaynaklarını doğru haritalamak…

TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski dün yayımlanan bir söyleşisinde para politikası, faiz kararlarına ilişkin “Her şeyden önce ülke olarak fakirleşiyoruz. Merkez Bankası esas hedefini unutmamalı, öncelikle enflasyonu kontrol etmek. Bugün konusu edilen cari açıkla enflasyonu kontrol etme meselesi en temel iktisadi kurallarla dahi örtüşmüyor” demiş. Cari açığı kontrol konusunun, AKP iktidarının bu konuda sermayeyi rahatsız edecek bir adım atma ihtimali sıfır olsa da, sermayeyi ve sözcülerini rahatsız etmesi ayrı bir değerlendirme konusu. Türkiye’nin mevcut ekonomik yapısında kolayca kamu yatırımlarına, sermaye hareketlerinin kontrolüne ilişkin tartışmalara kayabilecek bir ekseni kapatma refleksi. “Fakirleşme” bahsindeyse değerli TL, değersiz TL, düşük enflasyon, yüksek enflasyon fark etmeden emekçilerin kaybettiği, sermayenin zenginleştiği açık. Toplam mevduatların yüzde 60’ına ulaştığı açıklanan döviz mevduatların çok büyük bölümü sermaye sahiplerinin. Yurtdışına çıkardıkları fonları (128 milyar doların bir bölümünü de burada aramak gerekiyor) hesaplamak için bir ömür adamak gerekebilir. Öyle yandaş falan atipikliğinde değil, irili ufaklı bütün sermayedarların şirket satın almadan gayrimenkul yatırımlarına girişim sermayesi fonları kurmaktan değişik yatırımlara iştirake muazzam düzeyde servet transferi yaptığını günlük gazete takibiyle bile tesbit etmek mümkün. Sermaye cephesindeki gürültünün bir “iç hesaplaşma”dan ziyade kârdan zarar etmeye bile tahammülü olmayan, hep kazanmış olanların tantanası olarak değerlendirilmesi daha doğru olur. (Sermaye sınıfının kompozisyonu, özellikle 2000’li yıllarda artan tekelleşmeyle birlikte sermaye hiyerarşisinin değişen formu vb yine ayrı bir değerlendirme konusu.)

20 yıllık sistematik yoksullaşma dalgası

TÜİK hesaplamalarının gerçek enflasyonu ne kadar yansıttığı büyük bir tartışma konusu. Ancak resmi enflasyon baz alındığında bile son üç yılın Türkiye emekçileri açısından çok büyük bir yoksullaşma anlamına geldiği açık. Ki arada pandemi bahanesiyle işten çıkarmalar, ücretsiz izinler, ücret kesintileri gibi milyonlarca emekçiyi etkileyen kapsamlı saldırı dalgası da dikkate alındığında reel ücretlerdeki gerilemenin ya da gelir kayıplarının çok daha yüksek olduğu söylenebilir. 2018’den bu yana nominal olarak yüzde 78 artan ve TÜFE ile karşılaştırıldığında “korunmuş” görünen asgari ücretin açlık sınırının altında olması ve emekçilerin yaklaşık yarısının asgari ücretle çalışması gerçekleri de yoksulluğun derinliğinin diğer göstergeleri.

Yüksek enflasyonla birlikte yoksullaşmanın hız kazandığı açık. Ancak son 20 yıl Türkiye işçi sınıfı ve emekçiler açısından artan sömürü oranı ve sistematik bir büyük yoksullaşma dalgası oldu. AKP iktidarının hala sermaye temsilcileri tarafından pişkince övülen 2002-2007 dönemi de dahil olmak üzere emekçilerin düzenli olarak kaybettiği, sermayeye değer aktarımının sürekli arttığı bir uzun dönemden söz ediyoruz. Asgari ücretin ortalama ücret haline gelmesi yeterince açık anlatmakla beraber Türkiye ekonomisinin taşıyıcı sektörlerindeki durum da artı değer sömürüsünün boyutları hakkında ek fikir veriyor. Metalden kimyaya son 20 yılın çok büyüyen, patronlara çok kazandıran sektörlerinde istihdam artarken sendikal örgütlülük düşmüş, ücretler de asgari ücrete yakınsamış durumda.

Sosyal Güvenlik Kurumu 2021 Ocak ayı verilerine göre sigortalı çalışan sayısı 23,4 milyon civarında. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre ise söz konusu 23,4 milyonun 15 milyonu 6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’na tabi iş kollarında çalışıyor. 15 milyonun sadece 2,1 milyonu yani yüzde 14’ü sendikalı. 2,1 milyon işçinin hepsinin toplu sözleşme hakkından yararlandığını söylemek mümkün değil. 2003 yılında aynı iş kollarında çalışan sayısı 4,6 milyonken sendikalı sayısı 2,7 milyondu yani işçilerin yüzde 58’i sendika üyesiydi. Biraz daha daraltıp bakarsak son 20 yılın en hızlı büyüyen, Türkiye ekonomisi açısından lokomotif rol üstlenen otomotiv, makine, elektrikli teçhizat (beyaz eşya vb) gibi sektörleri barındıran iş kollarından metalde durum daha da çarpıcı görünüyor. 2003 yılında bu iş kolunda işçi sayısı 554 binken sendikalı işçi sayısı 375 bin, yani işçilerin yüzde 68’i örgütlü. 2021 yılına gelindiğinde iş kolundaki toplam işçi sayısı 1,8 milyona yaklaşırken sendikalı işçi sayısı 288 bine geriliyor. Sanayi üretimdeki, ihracattaki, istihdamdaki payı en fazla artan sektörlerde işçilerin daha düşük ücretlerle daha uzun saatler çalıştırıldığı, yıllar içinde reel ücretler düşerken sömürü oranının arttığı açık. Sektör ve firma verilerinden, artan cirolar ve kârlardan da artı değer sömürüsündeki düzenli artışı izlemek mümkün. Bu parantez “üretken sermaye” ya da teknoloji düzeyi yüksek sektörlere dayalı büyümenin, düzen sınırları içinde bir “yapısal dönüşüm”ün refah artışı getireceği tezinin anlamsızlığını da ortaya koyuyor aynı zamanda. Ki benzerini eğitim düzeyi daha yüksek emekçilerin istihdam edildiği, bankacılık başta olmak üzere hizmet sektörlerinde de görmek mümkün.

Akılsızlaşma dalgası: Islah edilmiş kapitalizm satıcılığı

Teşbihte hata kaçınılmaz biçimde olacak: Koca konak yağmalanmış, en son kalan gümüş şamdanların değerine satılıp satılmadığı, alınan paranın büyük kardeşler arasında nasıl paylaşılacağı kavgası izliyoruz. Bu tartışmaya çok büyük iştahla dalanların bir bölümü çok açık soyguncular, yağmacılar. Bir bölümü de kullanışlı ya da kullanışsız aptallar. Sadece Türkiye’de değil dünyadaki gelişmeler kapitalizmin emekçilere çıkışsızlıktan başka bir şey sunamayacağını bütün çıplaklığıyla gösterirken sermaye düzenini tartışmaktan bu ölçüde kaçınmak, yaşananları bir siyasi aktörün beceriksizliğine ya da kendi dar çıkarlarını kollayan kasıtlı tercihlerine indirgemek için aklını teslim etmiş olmak ya da gerçekten en basit ilişkileri kuramaz hale gelmiş olmak gerekiyor. Türkiye kapitalizmi bugün bulunduğu noktaya ilan ede ede geldi.

Son üç yılda yaşananların dar bir mercekten, düzeniçi bir çerçevede kalarak tartışılması yoksullaşmaya bir de büyük akılsızlaşma dalgasının eklenmesine yol açıyor. Faiz-enflasyon ilişkisinin yönüne dair tartışmaların, Merkez Bankası’nın rolüne ilişkin değerlendirmelerin siyasi iktidar için belli ölçülerde sermaye sınıfı içinse hayli geniş bir hareket alanı yarattığını görmek gerekiyor. Türkiye kapitalizmi en derin krizlerinden birini yaşarken pandemi paranteziyle de birlikte ne teknik ne de siyasi olarak çıkışı olmayan bir tıkanmanın siyasi iktidarın beceriksizliğiyle ya da kasıtlı tercihleriyle açıklanması, düzen muhalefetinin ve peşine takılanların emekçilere neredeyse hiçbir taahhütte bulunmadan kendilerine alan açmasına yardımcı oluyor. Siyasi iktidarın sermaye de dahil tüm toplumsal kesimler aleyhine hareket ettiğini düşünmek, düşündürmeye çalışmak içinden geçilen sürecin en ağır tahribatlarından biri oldu. “Bu siyasi anomaliden kurtulalım, hayat normal akışına dönsün, sorunların büyük bölümü çözülür” yaklaşımı, işçi sınıfı başta olmak üzere sermaye karşıtı dinamikleri zayıflatmayı, sermaye düzenine karşı mücadeleyi baskılamayı hedefliyor.

Siyasi iktidarda sermaye hareketlerinin kontrolü, fiyat kısıtlamaları, kamulaştırma gibi eylemlerin potansiyelini görüp, bu eylemleri öcüleştirenler aynı zamanda emekçilerin yoksullaşmasından dem vurup halkçı muhalif rolüne soyunuyor. Türkiye tarihinin en piyasacı, en sermaye dostu iktidarını liberalizmden uzaklaşma ithamıyla terbiye soyunanların da siyasi iktidarla birlikte emekçi düşmanlığı yaptığının sabitlenmesi gerekiyor. Bugün karşı karşıya olunan enkazın büyüklüğünün faiz artırmamaktan değil, üç yıldır canhıraş bir şekilde sermayenin zararlarını üstlenmekten kaynaklandığının, öyle üç beş “çete”nin değil gayet hiyerarşisi içinde sermayenin bir bütün olarak arkasının toplandığının görülmesi elzem.

Türkiye kapitalizminin emekçiler lehine kazanım -kırıntı bile olsa- sağlayarak ıslahı mümkün değil. Hırsızlardan, sermayeden topyekun kurtulmak, bir emekçi cumhuriyeti kurmak ise her zamankinden çok daha yakın bir ihtimal.