ANALİZ | Ekonominin rotası: Daha fazla bağımlılık, daha fazla piyasa, daha fazla sömürü

Türkiye kapitalizmi için bir sermaye birikimi modeli ya da paradigma değişikliğinden ziyade bağımlılık ve piyasa ilişkilerinin güçlendirildiği bir patika derinleşmesi daha olası.

Adile Kaya

Cumhurbaşkanı, ihracat ve dolayısıyla üretimdeki konjonktürel yükselişe de güvenerek “yatırım-üretim-ihracat-istihdam” (bir kısaltma da biz yapalım ve “YÜİİ” diyelim) retoriğinde işi “Artık sıcak para istemiyoruz” noktasına kadar getirdi. Hiç kuşkusuz TL’deki baş döndürücü değer kaybının hızlandırdığı sermaye değersizleşmesi, uluslararası sermaye için “alım fırsatları” yaratıyor, bu eksende Türkiye ile ilgilenenlerin, kapı aşındırmaya başlayanların arttığı dile getiriliyor. “Bizim varlıklar ucuzladı” diye yurtdışında kapı aşındıranlar olduğuna da şüphe yok. Siyasi iktidarın üretimdeki ihracata dayalı konjonktürel canlılığın yardımıyla fiili batışlar olmadan erken el değiştirmeler, hisse ortaklıkları vb yoluyla yabancı sermaye girişinin gerçekleşmesine ilişkin umutlarının arttığı, işin doğası gereği bu tür bir sermaye girişi olduğunda “sıcak para”nın zaten akacağı, esip gürlemelerin de unutulacağı hesabında olduğu seziliyor. Beceriksizlikten mi kasıtlı bir tercihten mi tartışması bir yana başarı şansı tartışmalı, daha önce de değinildiği gibi büyük bir kumar oynanıyor.

Erdoğan sussa yeter mi?

Uluslararası finans sermayesinin temsilcilerinden biri geçen hafta Türkiye’ye ilişkin konuşurken1 “TL’de istikrar için muhteşem haberlere gerek yok. Olumsuz haberlerin olmaması yeterli” dedi. Değerlendirmeyi insan aklı ister istemez “Cumhurbaşkanı sussa yeter” olarak tamamlıyor. Gerçekten Cumhurbaşkanı sussa, beceriksizlikten ya da kötü niyetten mekanizmalar, para politikası zorlanmasa, faiz piyasaların beklentileriyle uyumlu bir enstrüman olarak kullanılsa TL istikrarını korur muydu? Çok sığ ve bu nedenle de çok zor bir tartışma zemini. Çok büyük dış politika maceralarında Cumhurbaşkanı ve çevresinin efelenmelerinin, çılgın üslubunun arkasında nasıl bir sermaye aklı, perspektifi duruyorsa iktisadi düzlemde daha fazlasının olduğu açık.

Birkaç müteahhite sığmayan talan

Belli hasarların daha zamana yayılı, daha iyi makyajlanarak “realize edilmesi”yle TL’nin yere çakılması arasındaki fark Türkiye kapitalizminin sıkışmışlıkları göz önünde bulundurulduğunda, çok iddialı olmak mümkün değil tabii, pek büyük olmayabilir. Türkiye’de sermaye düzenine içinden ve dışından “rafine” bir duruş atfetme çabası hep vardır. Oysa ki hırsızlığı siyasi iktidarın yolsuzluklarına, mega projelere, üç beş yandaş sermayedarın açgözlülüğüne daraltılamayacak bir sermaye sınıfından söz ediyoruz. “Kurallı”dan hukuka, mevzuata uygunluğu anlıyorsak “kurallı kapitalizm” sınırları içinde bile ülkenin tarihini aşarak dünya ölçeğinde akıllara durgunluk verici bir büyük soyguna imza attılar. Bütün özelleştirmeler, piyasaya açmalar, arazi talanları gibi yağmalar da önemli olmakla birlikte en büyük vurgun işin en “kurallı” kısmında, fabrikada, tezgahta, masa başındaki emek sömürüsünün ulaştığı boyutlarda aranmalı. Bu anlamda olan biteni anlamaya çalışırken çerçeveyi daha geniş tutmak, siyasi iktidarın beceriksizlikleri, yetersizliklerini ya da gözünü karartmışlığını da bu çerçevenin içinde değerlendirmek daha sağlıklı olur.

Kapitalizmi temize çekme telaşı

Geçen yıl bu zamanlarda eski UNCTAD Direktörü ve Baş İktisatçısı Yılmaz Akyüz, Türkiye’de yaşanan döviz krizinin bir borç krizine dönüşme ihtimaline dikkat çekmiş, tartışmaların faiz artışı ve daha fazla sermaye girişinin nasıl sağlanacağına yoğunlaştığına oysa esas sorunun, dolayısıyla tartışılması gerekenin ithalat ve yabancı sermaye bağımlılığı olduğunu vurgulamıştı.2 Akyüz, özellikle faiz artışlarının TL’yi istikrara kavuşturmasının olanaksız olduğunu, TL tahvil getirilerinin döviz tahvil getirilerini aşsa da uluslararası sermayenin döviz borç vermeye istekli olduğuna nedenleriyle birlikte dikkat çekmişti. Ayrıca Türkiye’nin borç sadakati, yeni borçların maliyeti yüksek olsa da toplam borç stokunun maliyetinin görece düşük olması ve vade yapısı gibi nedenlerle döviz krizinin bir borç krizine dönüşme riskinin düşük olduğunu belirtmişti. Akyüz’ün bir avantaj olarak değinmediği bir başlık olarak kamu borcunun artmış, özel sektör borcunun azalmış olmasının da yeni borcun yüksek maliyetine rağmen yine “olumlu” bir unsur olarak eklenmesi mümkün. Eğer dış borcun GSYH’ye oranında bir azalma sağlanamaz ve 2023 yılında yüzde 70-75’lere -hala yüzde 60’ın altında- ulaşırsa yine de bir dış borç krizinin kaçınılmaz olduğu saptaması aynı yazıda yer alıyordu. Kıdemli iktisatçı değerlendirmesini “Ekonomi, geçtiğimiz yirmi yılda birçok yarı sanayileşmiş ekonomi için geçerli olan ‘erken sanayisizleşme’ sinyallerini veriyor. Ne yazık ki, ithalata ve yabancı sermayeye bağımlılığın nasıl azaltılacağına odaklanılması gerekirken, ülkedeki mevcut tartışma büyük ölçüde daha fazla sermayenin nasıl çekileceği üzerinde yoğunlaşmıştır” diyerek bağlıyordu.

Bu uzun hatırlatma büyük bir sarsıntının kaçınılmaz olduğuna, para politikası ve dahi mali politika enstrümanlarıyla hareket alanı yaratmanın sınırlarına işaret ettiği için önemli. Geçen hafta soL’da yer alan söyleşisinde Oğuz Oyan’ın daha açık ve detaylı bir şekilde ifade ettiği3 gibi dışa açıklığı, üretimin dışa bağımlılığını sorgulamadan, değiştirmeden Türkiye kapitalizmine nefes aldırmaya yönelik her tür tasarımın emekçiler için büyük bir yıkım anlamına geldiği, geleceği açık.

20 yıllık pahalı deneyim

Biriken risk, bugünkü tablodan çok şikayetçi olanların bir bölümünün hala tam boy destekçisi olduğu geçmiş yılların birikimi. Bugün sadece iktidarın değil, düzen muhalefetinin de perspektifi esas olarak, “daha fazla sermaye çekmek”ten ibaret. Kur-faiz gürültüsünün arkasına, nihai değerlendirmelere bakıldığında üretim ve ihracat artışı sağlamak, bu doğrultuda doğrudan yabancı sermaye yatırımı başta olmak üzere kalıcı bir şekilde yabancı sermaye çekmek, uluslararası finansmana kolay ve düşük maliyetli erişim şeklinde giden sanayi üretimin teknoloji düzeyinin yükseltilmesi, nitelikli işgücüne dayalı faaliyetlerin artırılması gibi eklerle genişleyen bir çerçeve iktidarın politika dokümanlarından düzen muhalefetinin programlarına büyük ölçüde ortaklaşıyor. Bugün de “beceri” tartışmasının odağına sermaye düzeninin ihtiyaçlarına uygun bir yapısal dönüşümü sağlama yetkinliği yerleştiriliyor. Türkiye kapitalizmi bu tür yön değişikliklerini, dalga boyu çok daha düşük krizlerde bile kuvvetli siyasi arka plana da sahip uluslararası sermaye yönlendirmeleri olmadan yapmış, yapabilmiş gibi.

20 yıllık çok pahalı deneyimin ardından, sanki mümkünmüş gibi, “düşük riskli” bir bağımlılık (derinleştirme) dalgası ülkeye çıkış olarak sunuluyor. Likiditenin en bol olduğu zamanlarda bile yüksek reel faizle sermaye çekildiği, en düşük, en uygun görünen koşullarda özelleştirmeler, piyasaya açmalar, türlü imtiyazlar yoluyla ülkeye, halka maliyeti çok yüksek bir sermaye akışı sağlandığı unutturulmak isteniyor. Coğrafi ve sektörel kaymaların bulanıklaştırıcı etkisi temizlendiğinde, yani kentli işgücü için, sanayi ve temel hizmet sektörlerinde ücretlerin gelişimi incelendiğinde TL’nin değerlendiği zamanlar da dahil yoksullaşmanın sürekli arttığı görmezden geliniyor.