ANALİZ | Türkiye ekonomisi: Hızlı batış da, hızlı çıkış da zor…

Sınırlarına ilişkin öngörüde bulunmak güç olsa da en güçlü çıkış senaryosu bağımlılık ve piyasa ilişkilerinin güçlendiği, sanayi ve ilgili faaliyetlerin ağırlığının arttığı bir patika derinleşmesi.

Adile Kaya

Cumhurbaşkanı’nın YÜİİ (yatırım-üretim-ihracat-istihdam) söyleminin inandırıcılığı tartışılıyor, yer yer alay da ediliyor. Ciddiye almayanlar hem kurdaki hem de hammadde, ara malı fiyatlarındaki artış nedeniyle üretim maliyetlerinin artması, döviz bazında borçlu firmaların finansman yüklerindeki zıplama, keza yeni yatırım maliyetlerinin yükselmesi gibi gelişmeler dikkate alındığında bir yatırım dalgasının zemininin bulunmadığına işaret ediyor. Bir başka eksende ani kur artışıyla emekgücünün fiyatında yaratılan ucuzlamaya dayalı bir modele bel bağlandığına, bilinçli bir tercihin söz konusu olduğuna, yeni bir sömürü dalgasıyla yatırım çekmenin hesabı yapıldığına dikkat çekiliyor. Kuşkusuz işaret edilenlerin hepsi kimi gerçeklere dayanıyor. Ancak bu gerçekler, Türkiye kapitalizminin mevcut yapısı ve olası çıkış yollarıyla birlikte değerlendirildiğinde yeniden düşünülmeye ve biraz daha farklı bir eksende yorumlanmaya ihtiyaç duyuyor.

Karmaşık yapı

Türkiye kapitalizminin yapısından başlayalım: Otomotiv, tekstil, elektrikli teçhizat, kimya gibi sürükleyici sektörlerde birbirlerinden farklı yapılar söz konusu olmakla birlikte uluslararası üretime entegre, ihracat/pazar olanaklarının iç pazarda sunulan olanaklarla kuvvetli karşılıklı ilişkilere sahip olduğu bir yapıdan söz edilebilir. En kolay anlaşılabilecek örneklerden biri otomotivden verilebilir: İç pazarda Alman VW’ye açılan alana karşılık Almanya otomotiv üretiminin önemli tedarikçilerinden biri olma üzerinden düşünülebilir. Ki Türkiye’nin otomotiv yan sanayi ihracatının neredeyse beşte birini Bosch’un gerçekleştirdiği ve yüzlerce tedarikçili bir sistemin ana halkası olduğu da düşünüldüğünde bu yapıdan bir tuğla çekmek pek kolay değil. Yine otomotiv ana sanayi ve tedarikçileri, beyaz eşya ve tedarikçileri diye bakmaya başlandığında da tek başına yüzen, yanyana dizili bir “firmalar evreni” tahayyül etmek, özünde dikey ya da yatay büyük tekellere dayalı yapının telafi mekanizmalarını hafife almaya yol açabilir. Ki tekil firma örneklerinde bile sayılabilecek bazı avantajlar var: Son üç yılda döviz borçlarda azalma, TL’ye geçiş, vade uzatımları başta olmak üzere kamunun sunduğu olanaklar ya da hammadde, ara malı fiyat artışlarını stoklar ya da başka operasyonel avantajlarla fırsat olarak kullanma gücü vb., sıralanabilir. Son derece karmaşık, büyük düzensizlikler barındıran bir yapı söz konusu. Nitekim hem 2020 hem de 2021’de sıfırdan kapasite kurmaya yönelik büyük yatırımlar olmasa da kapasite artırıcı ya da modernizasyona yönelik yatırımların arttığı görülüyor. Bunların bir bölümü kamu bankaları aracılığıyla kullandırılan düşük faizli kredilerin tetiklediği, biraz da şişirilmiş yatırımlar olsa bile bir hareketlilik olduğu, yatırımların büyük ölçüde ihracattaki konjonktürel fırsatlara yaslandığı söylenebilir.

128 milyarın bir bölümü kuzu kuzu yatıyor!

Aynı zamanda işaret edilen yapı, büyük sermaye gruplarını, bankaları sarsacak, uluslararası sermayeye yansıyacak bir domino etkisi göze alınamadığı için 2018 yılında çok büyük bir operasyonla özel sektörün döviz riskinin kamuya yani halka aktarılmasına yol açtı. Kamuoyunun algıladığından çok daha büyük bu kurtarma operasyonunun en çarpıcı göstergelerinden biri özel sektörün dış borcundaki azalma oldu. Bu yılın ikinci çeyrek sonu verileriyle bakıldığında özel sektör dış borcu 2018 yılından bu yana 75 milyar dolar azaldı. Aynı dönemde kamunun dış borcunda 64 milyar dolarlık artış yaşandı. Borç servisinin bir bölümü kurun baskılandığı, rezervlerin tüketildiği dönemde yapıldı, yine ithalatın finansmanı başta olmak üzere özel sektör döviz ihtiyacına yönelik fonlandı. İthalatın yapısı düşünüldüğünde bu fonlamanın ithalatçı ticaret firmalarına yönelik olmadığı, aksine çok büyük ölçüde ithalatın önemli bölümünü oluşturan hammadde ve ara malları dikkate alındığında ihracatçı firmaları da içeren sanayi sermayesine yönelik olduğu söylenebilir. Meşhur 128 milyar doların önemli bir bölümü sermayeyi döviz riskinden kurtarmaya giderken bir bölümü de çok açık sermayenin döviz tevdiat hesaplarında kuzu kuzu yatıyor. Pandemide de süren sermayeye kaynak aktarımının sağladığı bir “dayanıklılık” olduğu, ivmelenen ihracatla birlikte arttığı söylenebilir. Bir küçük parantez açıp siyasi iktidarın bu büyük kurtarma operasyonundan ötürü kendini “alacaklı” gördüğünü de vurgulamak iyi olur. Özel bankaları mutsuz eden taleplerden büyük sermayeye esip gürlemelere bu sonsuz hizmetin karşılığını isteme halinin olduğu söylenebilir.

Ucuz emek cenneti: Mümkün mü?

Ucuz emek cenneti yaratılması bahsi ise Türkiye kapitalizminin bazı sektörlerde iç talebe ya da dış talebe dayalı büyük ölçekli üretim kapasiteleri yaratmasını ve/veya bazı sektörlerde daha geri teknoloji düzeylerine dönmesini ima eder. İkinciden başlarsak emek yoğun sektörlerde hem belli bir doygunluğa ulaşıldığı hem de onlarda da teknoloji düzeyinin arttığı söylenebilir. Her durumda çalışmaya hazır emekgücü olduğunda, Suriyeli göçmenler örneğinde yaşandığı gibi, tekstil-giyimin terk edilen ya da terk edilmek üzere alt sektörlerinde rekabet gücü kazanılması gibi “hareket alanları” bulunsa da ekonominin bütünü için belirleyici, Türkiye kapitalizmine önemli bir sıçrama olanağı sunacak bir dalganın bu şekilde yaratılmasının güç olduğu açık. Keza çok kullanılan Çin benzetmesinin ilk akla getirdiği büyük ölçekli tesislerde, görece standart ürünlerin, büyük miktarlarda üretilmesine olanak tanıyacak üretim kapasiteleri yaratılmasını kaldıracak bir iç pazar ya da uluslararası konumlanma olmadığı da söylenebilir.

Türkiye kapitalizminin önünde özellikle Avrupa başta olmak üzere uluslararası sermayenin dönüşüm hedeflerine uyumlanma, otomotivden makineye, elektrikli teçhizattan enerji ekipmanlarına güçlü “metal kası”nı mevcut entegrasyonu derinleştirerek kullanma ihtimali olabilir. Girişte alıntı yaptığım Commerzbank yöneticisi aynı söyleşide “Türkiye’nin modern bir altyapı, iyi eğitimli bir iş gücü, önemli pazarlara yakın bir konum gibi yabancı sermayenin çekici bir destinasyonu olmak için bütün koşulları karşıladığını” söylerken “ucuz emek cenneti”nin ötesine, çok katmanlı bir değer aktarım potansiyeline işaret ediyor.

Bu bağlamda Türkiye kapitalizmi için sermaye birikim modeli ya da çok köklü bir paradigma değişimi olasılığından söz etmek mümkün değil ya da bir parça ihtiyatlı olmak gerekirse bu tür bir belirleme yapmak için belirgin ipuçları bulunmuyor. Ancak kapsamı ve sınırlarına ilişkin öngörüde bulunmak güç olsa da en güçlü çıkış senaryosunun bağımlılık ve piyasa ilişkilerinin güçlendiği, sanayi ve ilgili faaliyetlerin ağırlığının bir miktar arttığı bir patika derinleşmesi olduğunu söylemek mümkün. Böyle bir derinleşme girişimi emekçiler açısından sömürünün derinleşmesi anlamına geliyor ve mutlak yoksullaşmadan çok daha büyük kayıpları ifade ediyor. Ancak bu çıkış senaryosu, Türkiye kapitalizmi için sınırlı genişleme olanağı sunsa da Türkiye’nin mevcut koordinatlarında zora daraltılamayacak çok büyük bir ideolojik-siyasi tahkimatı gerektiriyor. Bu anlamda Türkiye işçi sınıfının önünde şu an düşünülen ve hissedilenden çok daha geniş bir müdahale ve mücadele alanı bulunduğunu söylemek mümkün.