Tarih bir gün yargılar (mı)? Ve yandaşlık...

Egemen odakların kendi aralarındaki çıkar ve iktidar dalaşlarından dolayı darbeler ve yargılamalar yaşansa da sonuç, adaletin tecellisine denk düşmez. Hakları çalınanlar ve ezilenler belli halk(lar)… Yargılama için haklı olmak yetmez, haklı olmanın yanında güçlü ve cesur olmak gerekir. Ve de halkı yürüten lokomotif, öncü bir güç...

Eskiler iyi bilirler
insan öldüğünde bitler
cesedi hemen terk eder.

“Tarih bir gün yargılar.” Kulağa hoş gelen de bir söz.

Soyut bir olgu olan tarih, doğrudan insanla ilgilidir, öznesi de insandır. Yaşam süreçlerinde sorgulanması gerekenleri, aynı sürecin özneleri yargılamazsa, tarih ete kemiğe bürünerek birilerini yargılayamaz, yargıladığına rastlanmamıştır. Yargılamakta amaç intikam almak değil, güçlüyle zayıfın, yönetenle yönetilenin, ezenle ezilenin vb. hukukunda adaletin tecellisini sağlamaktır.

Dolayısıyla “Tarih bir gün yargılar” sözüne inanmak, mezar taşlarından hesap sorularak adalet tecellisinin yerine geleceğine/getirileceğine inanmaktır. Oysaki ne ölüden hak sorulur, ne de ölüye hak verilir. Tarih özne değildir.

Günün hukuksuzluklarını sorgulamak ve yargılamak, hakları çalınanların ve ezilenlerin görevidir. Egemen odakların kendi aralarındaki çıkar ve iktidar dalaşlarından dolayı darbeler ve yargılamalar yaşansa da, sonuç adaletin tecellisine denk düşmez. Hakları çalınanlar ve ezilenler belli halk(lar)… Yargılama için haklı olmak yetmez, haklı olmanın yanında güçlü ve cesur olmak gerekir. Ve de halkı yürüten lokomotif öncü bir güç… Sosyo politik bağlamda halk sadece durağan bir potansiyeldir, politize ve dinamize edilmesi lokomotifin görevidir.

Günümüz görsel işitsel iletişim olanaklarından gizlenemeyecek rüşvet ve yolsuzluk görüntüleri ve haberleri dünyanın dört bir yanında hayretler uyandırırken, Türkiye’de “Yavuz hırsız ev sahibini bastırır” halk deyişi tescillenir bir hale gelmiştir.

Başbakan’ın “Dış güçlerin bizi bitirme işidir” deme başlangıcından, “Paralel devletin işidir” ve nihayet “Bu bize karşı yapılan bir darbedir” deme noktasına gelindi.
Herkesten önce telaşla meydanlara çıkan AKP/Erdoğan, halkın küçümsenmeyecek bir kesiminin alkışını alırken, halkı yönlendirme gücünün “inandırmak” olduğu daha da anlaşılmış oldu. Bu inandırıcılıkta AKP’nin ve yandaş medyasının on bir yıllık manipülatif çabasının nasıl meyve verdiği ve istismar edilen İslam algısının payının ne kadar büyük olduğu görülmüştür.

“Yolsuzluğun belgesi mi olur?”, “Rüşvetin belgesi mi olur?” sorularına bugüne kadar kural olarak “Hayır” diye verilen cevabın yerine, rahatlıkla “Evet” dedirtecek yazılı, görsel ve işitsel kayıtlar ortalıklara düştü. Yolsuzluğun ve rüşvetin ayak izlerinin doğruca Başbakan Erdoğan ve ailesinin kapısına gideceği bilindiğinden, Erdoğan’ın tek adam yetkisiyle, izlerin bir yerde görünmez kılınması için asıl darbeyi AKP yaptı.

Erdoğan, kolluk gücünde, yargıda, devletin değişik alanlarında, hatta partisi içinde bir gecede görevden almalarla, atamalarla, ihraçlarla yaptığı altüst etmelere rağmen, kapısına giden ayak izlerini görünmez kılmayı başaramadığı gibi, çok daha fazla kirli verinin izleri kapısına kadar gitti.

Son yolsuzlukların ayyuka çıkmasıyla, suçlular ve suçlu olan güçlüler çok daha cesur davrandığı ve bu cesurluk kaynağının uçurumun kıyısında düşmemek için bir çırpınış olduğu bir daha anlaşıldı. Yine de AKP/Erdoğan’a verilen halk desteğinde gözle görülür bir azalma yaşanmadı. AKP tabanında Erdoğan’ın karizmatik liderliğine gösterilen duygusal bağlılık, iktidar olmanın da etkisiyle ve bir yandaşlık psikolojisiyle şimdilik kendisini koruyor.

Yandaşlık zeminindeki duygusal bağlılıkların, netameli/tehlikeli günlerde yaşamsal bir fedakârlığa dönmeyeceğini AKP/Erdoğan, geçmiş siyasal geleneğinde yaşanmış örneklerle çok iyi biliyor.

Adnan Menderes için ağlayarak kendisini feda etmek isteyenler, çocuğunu Menderes’in ayakları önünde kurban etmek isteyenler, iktidardan alıkonulup idam sehpasına adım adım götürülürken sokaklarda beş on kişi bir araya gelip Menderes için bir tek slogan bile atmamıştı. Menderes adı duyulduğunda sel olup sokaklarda akan yandaşları buhar olup uçup gitmişti.

Turgut Özal’ın şaibeli ölümünün sonrasında da aynı buharlaşma yaşanmıştı. Üst üç düğmesi açık ipek gömlekli, boyunlarında ve kollarında altın zincirlerle boy veren Özal döneminin esans kokan türedi zenginleri ve siyasileri daha gündem bile soğumamışken ofislerindeki Özal’ın fotoğraflarını kaldırarak yönünü olası güç odaklarına çevirmişlerdi.

Bu gün meydanlarda Erdoğan için sel olup akanlar, Erdoğan’ın adım adım iktidardan uzaklaştığını gördüklerinde, dedelerinin ve babalarının Menderes ve Özal’a gösterdikleri sadakatten daha ileriye gidemeyecekler. Dün iktidarları alaşağı eden egemenler arasındaki dalaşmaların yaşanabileceği olasılığı da bitmiş değildir. Buna bir de halk güçlerinin iktidar kaybettirme baskısının eklenmiş olduğu hesaba alınırsa, adaletin tecellisine yetmese bile, yaklaşan sonun AKP/Erdoğan için nasıl bir korku boyutuna dönüştüğünü bir düşünün.

Bundandır ki, AKP/Erdoğan bir yandan kendisini sanık sandalyesine götürecek yasal süreçlerin önünü tıkamak için yargıda depremler yaratan operasyonlar yaparken, halkın meydanlara ve sokaklara çıkmasını kendi sonunun bir işareti olarak görüp, olağanüstü hal tedbirleri uygulamaktan geri durmamaktadır.

AKP’yi hedefe koymamak: Düşündürücü bir durum
Bazı muhalif cephe bileşenlerinin iktidar partisi yerine, diğer partileri hedefine koyarak AKP’yi sandıkta başarılı kılmaya çalışan seçim stratejileri de bir başka düşündürücü durumdur.

Alevileri daha başından beri gözden çıkarmış olan AKP/Erdoğan, Kürt sorununun çözümü konusunda da manipülatif manevralar yaparken, bir yandan da siyaset üzerindeki vesayetinden ötürü karşı olduğu askere göz kırpmaya başladı. Oysaki karşı olduğu askerin siyaset üzerinde vesayeti değil, kendi emrinde bir vesayet olamamasıydı. Bu konuda da epeyce yol aldığı biliniyor.

Suriye’de iç boğazlaşmayı başından beri tetikleyen AKP/Erdoğan, insan kesen cihatçı örgütlerden medet umar duruma gelmiş olacak ki, doğrudan kendisine bağlı MİT aracılığıyla aleni bir şekilde, TIR’lar dolusu savaş teçhizatı göndermeye başladı. Araçların içindeki silahlar fotoğraflanıp kamuoyuna sunulmasına rağmen, yoğurdun kara olduğunu söylemek gibi açık bir yalanla, TIR’larda insani yardım malzemesinin olduğunun ısrarından vazgeçilmedi. Kapısına giden ayak izlerini takip etmeye çalışanlara uyguladığı cezalandırma yöntemini, TIR’ların gidişini engellemeye çalışan kolluk kuvvetine ve yargı mensuplarına uyguladı.

Her nereden bakılırsa bakılsın, artık mızrağın çuvala sığmayacağı görünür bir hal almasına rağmen, yine de AKP/Erdoğan’ın yüksek perdeden inkar bağırtıları devam ediyor.

Hep tanık olunmuştur trafikte küçük çarpışma kazalarında, arabadan inip var kuvvetiyle ilk bağıran hatalı olan sürücüdür genellikle. Mezarlıktan geçerken korkanların yaptığı şey de alabildiğine bağırarak türkü söylemektir. AKP/Erdoğan işte böyle bağırıyor şimdilik. Suç ve korku.

Hukuk devleti olma emareleri gösterememiş Türkiye Cumhuriyeti devletinden, AKP/ Cemaat ortak devletleşme sürecine, oradan da -yaşanan kapışmadan sonra- “Ben yaparım olur” hükmüyle AKP/Erdoğan cumhuriyeti devletleşmesi sürecine geçilmiş oldu. Ancak kapışma sürüyor.

Bu süreç işleyişine öncelikle iki alanda köklü değişiklilerin yapılanmasının operasyonlarıyla başlandı. Başta Erdoğan’ın oğlu olmak üzere yandaşlarını operasyonla almayacak tam amade bir kolluk kuvveti ve yargı karşısına çıkarılma olasılığına karşı kendilerini aklayacak bir yüksek yargı örgütü yaratmak amaçlanmıştır.

Durum bu kadar açıkken, iktidarı rahatsız edecek boyuta gelmiş sorgulama ve yargılama hakkı olanların, hala kendilerinde olması gereken gücü istenilen dozda ve tonda yaratamamış olmaları düşündürücüdür.

Demokrasiyi sadece seçim sandığı olarak gören Erdoğan’ın, “hodri meydan” dercesine sandığı işaret etmesi iyi okunmalıdır. Bazı muhalif cephe bileşenlerinin iktidar partisini hedefe koyma yerine, diğer partileri hedefine koyarak AKP’yi sandıkta başarılı kılmaya çalışan seçim stratejileri de bir başka düşündürücü durumdur. Sandık sonuçlarının ciddi bir faktör olarak AKP/Erdoğan’ın sona yaklaşmış ömrünü noktalayacak bir vuruş, ya da biraz daha uzatacak bir yaşam serumu olacağı bilinmesine rağmen...

Bu günün ihtiyaçları dâhilinde yerine getirilmesi gerekli olan sorumlulukları yerine getirememek, nasıl olsa “Tarih bir gün yargılar” demek, bizden sonraki kuşaklara bırakılacak ağır bir yük demektir.

Tarih bir gün yargılar mı? Ben, sen, o, yani biz, bu gün yargıla(ya)mazsak hayır.