Avcı kazdığı çukura bazen kendisi düşer

Üç yaşındaki yaralı bir çocuğun ölmeden birkaç saat önce “Gidince her şeyi Allah’a anlatacağım” sözü, çaresizliğin boyutunu anlatan bilgeliktedir.

Suriye’de katledilen savunmasız sivil insanların sayısını tam bilmesek de, Allah adına katleden vahşet ustalarının Erdoğan/AKP hükümetinden destek aldığını biliyoruz. Ancak şu tecelliye bakın: Üç yıl önce Erdoğan’ın “Üç aylık ömrün kaldı, seni ben bile kurtaramam” dediği Esad hala yerinde, Erdoğan’a aylık ömür(ler) biçilmeye başlandı.

Denebilir ki, son iki yüzyılın en büyük yolsuzluk, hırsızlık ve rüşvet iddialarının verileri ortadayken, toplumun küçümsenmeyecek bir kesiminin tavrı, aldatılmışları, aldatılmış olduklarına inandırmanın ne kadar zor olduğunu gösterdi. Yalnızca toplumun bir kesiminde değil, tüm alanlarda akıl tutulmaları yaşanır oldu. Medyanın bir kesiminin etik değerleri çiğneyerek, sahibinin sesiyle nasıl çırpındığı gözler önüne serildi. Demokrat/halkçı bazı siyasi çevrelerin pragmatik yaklaşımlarına tanık olundu. Devlet denilen “kutsal” mekanizmada birey çıkarları için nasıl kurumsal yenilenmelere gidildiği görüldü. Yargı işleyişinde olağanüstü hal dönemlerinin bile gerisinde kalınarak, bir türlü oturtulamayan “hukukun üstünlüğü” aldatmacasından, aleni bir şekilde “üstünlerin hukuku” işleyişine geçildi.

Büyük hırsızlık, yolsuzluk ve rüşvetin görsel ve işitsel suç verileri karşısında bir nebze de olsa yüzleri kızarmayan büyüklerimizin, “montaj, şantaj, dublaj vb.” yöntemi, küçük hırsızlık savunmalarına da örnek oldu. Büyüklerimiz yapar da, küçüklerimiz durur mu? İki hafta önce Adana’da altı işyerini soyup, yedincisinde yakalanan, evinde daha önce çaldığı eşyalar bulunan hırsızın savunması ne olsa dersiniz? “Ben hırsız değilim, hiçbir şey çalmadım.” Sorarlar “İyi de, soyulan altı ayrı yerde kamera görüntülerinde sen varsın?” Hırsız, rahat ve pişkin bir şekilde cevap verir “Onların hepsi montaj.”

Güllük gülistanlık bir ülkenin insanları montaj görüntülerle “hırsız” yapılmak isteniyor! Ne diyelim?

Türkiye’de bunlar yaşanırken, yanı başımızdaki Suriye’de masum sivil insanlar boğazlanıyor(du). Boğazlanan bu insanların kanlarının Ankara’ya doğru aktığı biliniyor. Erdoğan/AKP hükümetinin içine düştüğü bu ırkçı/dinci hesap çukuru, katledilen o insanların kanıyla dolmaya başlıyor.

Bu çukur nasıl kazıldı? 11 Eylül saldırıları bahanesiyle.

Amerika’nın Ortadoğu’yu yeniden biçimlendirme amaçlı Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) yaşama geçirilmeye çalışılırken, bölgede yararlanılabilecek en iyi aktör Erdoğan olarak seçilmişti. BOP’nin ikinci başkanı olmanın gururunu Erdoğan her yerde dillendirmişti. BOP, demokrasisi olmayan Ortadoğu ve İslam ülkelerine demokrasi ihraç ederek yeniden bir bağlılık protokolüne zorlayacaktı. Amerika, küresel boyutlu süper güç olma konumunu rakipsiz sürdürmeyi amaçlıyordu. Her ne kadar Sovyetler’in dağılışından sonra Rusya süper güç olma niteliğini yitirmişse de, önemli bir güç olarak varlığını sürdürmekteydi. Çin gibi gelişmekte olan bir gücün Rusya’ya yakınlığı, ister istemez yeni bir süper blok oluşturmanın olasılıkları, Amerika’yı BOP’ye zorladı. İlk uygulamalar Afganistan ve Irak üzerinde denendi. Sonuç ortada.

Emperyalizmin demokrasi ihraç etmesi, o ülkelerde kendisine kayıtsız koşulsuz biat eden iktidarların yaratılması demektir. Gönüllü iktidarlar yaratılamazsa, iç karışıklıklar yaratılarak, insanları canından bezdiren kaotik süreçlerden sonra gelebilecek ilk iktidara büyük çoğunluğu razı etme yöntemleri bilinen uygulamalardır.

Ortadoğu tarihinde Suriye’nin önemi bilinir. Günümüz Amerika’sına rakip güçler açısından, Rusya, İran, Çin ve bazı bölge ülkeleri denkleminde, Suriye’nin önemli bir eleman olduğu ortada. Bundandır ki, BOP’nin ikinci başkanı Erdoğan, Esad ailesini dostluk temelinde kucaklayarak istediği yere çekmeye çalıştı. Bu dostluk “kardeş” hitabından ailesel geliş gidişlere, birlikte tatil yapmalara kadar vardırıldı. Öyle ki, iki ülke arasında vizeler kaldırılmış, Erdoğan Avrupa’ya “Sizin Şengeniniz varsa, bizimde Şamgenimiz var” diye seslenmişti.

Esad, dostluk cilvelenmeleriyle istenilen yere çekilemeyince, Erdoğan’ın gerçek yüzü ve amacı ortaya çıkmıştı. Amerika, Ortadoğu ülkelerine “demokrasi” ihraç ederken bölgenin en gerici ülkeleri olan Katar, Arap Emirlikleri ve Suudileri yanına alması amaçlarının ne olduğunu açıklıyor olsa gerek.

Kuveyt’te başlayıp, Libya, Mısır ve Suriye’de baş gösteren ayaklanmaların BOP’nin bir gereği olduğunu göremeyen solcularımız bile, “Arap Baharı” diyerek coştular. O baharın önce demokrasi ve insan haklarının zerresinin dahi bulunmadığı BAE, Katar ve Körfez Suudi’de başlaması gerekmiyor muydu? Kimse bunu sorgulamadan “Arap baharı” korosuna katıldı. Kuveyt, Libya ve Mısır’da bahar yüzünü erken gösterdi. Ancak üç ay içinde düşmesi beklenen Suriye düşmedi. Düşmezdi, çünkü “üç ayda düşer” diyenler, Suriye’nin güç odakları denklemindeki yerinin önemini kavramadan ve anlamadan böyle bir umuda kapılmışlardı. Mısır’da Müslüman Kardeşler’in alaşağı edilmesiyle hesaplar da, umutlar da suya düştü.

Suriye’de kargaşanın başladığı daha ilk günlerde Erdoğan/AKP hükümeti Esad’ı devirmek için tüm olanaklarını seferber etti. Suriyeli muhalifler ilk örgütlenmelerinin toplantılarını Antakya’da yaptılar. Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) Antakya’da kuruldu. Yine aynı günlerde muhalifler İstanbul’da toplanarak Suriye Ulusal Konseyi’ni (SUK) kurdular. Bunlarla kalınmadı, dünyanın çeşitli ülkelerinden, başta El Kaide, Nusra saflarına katılıp insan öldürmek isteyenler Türkiye üzerinden Suriye’ye girdi. Yaklaşık seksen ülkeden yetmiş bine yakın kişinin muhalif güçlere katıldığı belirtiliyor. Kelle kesmenin, insan eti yemenin olağan olduğu bu savaşta, insan aklını zorlayan yamyamlığın ve vahşet uygulamalarının sınırı bilinmiyor.

Bu vahşetin mimarları, TIR’lar dolusu savaş teçhizatıyla, maddi ve nakdi desteklerini Erdoğan/AKP iktidarından alıyor, Türkiye’de tedavi görüyor, gerektiğinde elini kolunu sallayarak istedikleri gibi gezebiliyorlar. Son üç yılda örtülü ödenek giderlerinin devasa boyutlara ulaşması düşündürücüdür. Bir örnek bile, AKP’nin bu katliamdaki rolünü anlatmaya yeter: Bu yılın Ocak ayında Konya’da pasaportu olmadığı için gözaltına alınan Ebu Banat kod adlı El Kaide komutanı Magomed Abdurakhmanov, Dışişleri Bakanlığı’ndan istenilen soruşturma izni verilmeyince serbest bırakıldı. İfadesinde “Her Cuma bolca kelle keseriz” diyen Ebu Banat’ın yakalanmadan az zaman önce Rakka’da kafasını kestiği iki Hıristiyan din adamının vahşet görüntülerini internet ortamında dünya izlemişti. Oysa ki “Suriye’nin iç meselesi” diyerek Ebu Banat’ı serbest bırakan Erdoğan/AKP, başından beri Suriye’nin iç işlerine karışmaktaydı.

Yaklaşık yedi ay önce El Kaide, Nusra, ÖSO ve diğer muhalif gruplar, Hatay’ın Yayladağ bölgesinden Suriye’ye sızarak Lazkiye’nin on iki Alevi kasaba ve köyünde katliam yapmışlardı. Uluslararası İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün raporuna göre iki yüz kişi öldürülmüş, bir o kadar da kadın ve çocuk kaçırılmıştı. Rapor, ÖSO’nun en tepesindeki komutan Selim İdris’in adı verilerek suçlamıştı. Selim İdris İstanbul’da yaşıyor, emir ve komutayı oradan veriyor.
Kürtlerin Rojava’daki hâkimiyet alanına yönelik en büyük rahatsızlığı bu vahşet mimarları duyuyor.

Hiç kuşku yok ki, Suriye kargaşası, Erdoğan/AKP iktidarı tarafından desteklenip vahşet mimarlarına olanak sunulmasaydı, bu kadar insan kanı akmayacaktı. Bu iç savaşta ölen on binlerin, yerinden yurdundan edilen yüz binlerin acısını bir ömür içinde unutmak olanaklı olmayacaktır. Her savaşta olduğu gibi en büyük mağdurlar yine çocuklar olmuştur. Üç yaşındaki yaralı bir çocuğun ölmeden birkaç saat önce “Gidince her şeyi Allah’a anlatacağım” sözü, çaresizliğin boyutunu anlatan bilgeliktedir. Kim bilir daha kaç insan, kaç çocuk hangi vahşi yöntemle katledildi, daha kaçı katledilecek? Katledilenlerin masum savunmasız sivil insanların sayısını tam bilmesek de, Allah adına katleden vahşet ustalarının Erdoğan/AKP hükümetinden destek aldığını biliyoruz. Bu desteğin, Erdoğan/AKP hükümetinin Alevilere dair politikasının bir gereği olduğunu da…

Hesap tutmadıkça… Erdoğan, hakaret olsun diye “Esad” yerine, “Esed” demeye başladı. Oysa ki doğru söylenişi “Esed” olan ad, Arapçada “aslan” demekmiş. Bilseydi der miydi bilemem. Ancak, şu tecelliye bakın ki üç yıl önce Erdoğan’ın “Üç aylık ömrün kaldı, seni ben bile kurtaramam” dediği Esad hâlâ yerinde, Erdoğan’a aylık ömür(ler) biçilmeye başlandı. ‘Tek adam’ olma sevdasında Esad’ın önüne geçmiş Erdoğan’ın ondan önce gitmesi olası gibi…

Demek ki her çukura her zaman av değil, bazen de kazıcının kendisi düşermiş.