Debelenen demokrasiden darbelenen demokrasiye…

Bu seçimlerde “biz” ve “ötekiler” tam olarak sağ ve sol ayrımıyla karşıtlık yaratmasa da, Erdoğan her ne kadar “paralel devleti” ve sağ muhalefeti de hedefine koysa da, örtülü de olsa eski ümmetçi algıyla, laik/seküler algıyı çatıştırarak siyaset yapmıştır.

Erdoğan’ın sıkça güncel sorunlar üzerinden CHP şahsında tek partili döneme göndermeler yapması demokrasinin bir ihtiyacı değil, iki temel zihniyeti hatırlatma gereğidir.

Otuz Mart Yerel Yönetim Seçimleri, görünürde siyaset sosyolojisinin alışılagelen kurallarını altüst eden bir sonuçla noktalandı. Noktalandı demekten çok, art arda şaşırtıcı soru işaretleri oğul vermeye başladı demek daha doğru olur belki.

Bir ülke düşünün ki, hakkında yolsuzluk ve hırsızlık iddialarıyla dünyanın gündemine oturan bir iktidar partisi, seçimden birinci parti olarak galip çıksın. Dolayısıyla muhalefete sandıklarda patlama yaratacak bir yükselme için yeterli olanak varken (hırsızlığın ve yolsuzluğun görsel işitsel verileri) muhalefet olduğu gibi yerinde saysın. Sosyologlardan önce psikologlara sorulması gereken böyle bir sonuç salt başına iktidarın mahirliğine, muhalefetin yetmezliğine bağlanarak açıklanamaz. Sonuca birden çok faktör etki etmekle birlikte, temel nedenini Türk(iye) siyasetinin yapısallığında aramak gerekir diye düşünüyorum.

Karakteri yaklaşık yüz yıl öncesinden mayalanmaya başlayan Türk(iye) siyaseti, eskiyen yanından kopuşun nasıl sağlanacağını bilmeyen yenilikle, taviz vermek istemeyen bağnaz eskilik arasındaki çatışma atmosferinde oluştu. Bu oluşum hali toplumsal olguların, dolayısıyla siyasetin çarpık yapılanmasına neden oldu. Sağcılık, özellikle de solculuk olgusu (Sosyalist/Komünist devrimciler bu kapsam dışında tutulmuştur), “Türk(iye) tipi laiklik” ve “Türk(iye) tipi demokrasi” gibi ucube doğdu. Siyaset ve seçim bağlamında daha somut bir düzleme oturtulduğunda, CHP hep sol olarak algılanmış, sağ dünden bu güne çeşitli adlar altında DP, AP, ANAP, MHP, AKP vs. olarak var olagelmiştir.

Osmanlı’nın son döneminde mayalanmaya yüz tutan bu ümmet-millet kavgası, Cumhuriyet’in ilk yıllarında açık sancılar yaratsa da, çok partili sisteme kadar yarı örtülü olarak bu iki kesim bir arada olmaya zorunlu kaldı. Bugün ümmet ve millet ayrımında sınırlar eskisi kadar net olmasa da siyasetin şekillendiği temel budur.

Çok partili sisteme olanak sunulmasıyla birlikte, muhalefet (DP-Demokrat Parti), iktidara karşı ezilen yığınların da gönlünü okşayan “demokratik” bir söylem kullanmış, daha sonra İslami/muhafazakar söyleme dümen kırmış ve selefleri gibi demokratik olmayan uygulamalar başlatmıştır. Aleviler bu ilk söylem üzerinedir ki, 1950 Genel Seçimleri’nde ezici bir çoğunlukla DP’yi desteklemiş, söylemin İslami argüman ve referanslarla asıl kaynağına kayması üzerine bu desteklerini sonraki seçimlerde geri çekmişlerdir.

Eskiyen yanından nasıl kopacağını bilmeyen yenilikle, taviz vermek istemeyen bağnaz eskiliğin çatışma atmosferinde yapılanan siyaset asli misyonda da çarpık yüklemeler yapmıştır. Bir dilin tarihsel kök ve kaynaklarını savunmak sağcıların göreviyken, bunu solcular savunmuş, devleti sağcılardan çok solcular sahiplenmiş, ezilenlerin ruh ve ihtiyaç dünyasına solculardan çok sağcılar ses vermiş, ulusalcılığı solcular sağcılara kaptırmamıştır. Siyasal elit duruş, sağda daha çok olması gerekirken, en çok solda görülmüştür. En önemlisi de yüz yıllık bir Sosyalist/Komünist örgütlenme çabasına ve mücadele fedakarlığına rağmen, ezilenler ve sömürülenler sınıf davasına sarılmak yerine, kendilerini ezen ve sömürenlerin partilerine oy vermek için herkesten önce sandık başlarına koşar olmuşlardır.

Dün olduğu gibi bugün de bu iki ana siyasal kesim için hâlâ belirleyici olan kendi düşün ve inanç dünyalarının mutlak haklılığıdır. Erdoğan/AKP bu toplumsal psikolojiyi çok iyi bildiğinden gerilim siyasetini seçim sürecinde daha da öne çıkarmıştır. Dolayısıyla bu “biz” ve “ötekisi” algısını pekiştirerek biri birini dinlemeyen, biri birine inanmayan iki siyasi cephe zihniyetine taze kan vermiştir. Erdoğan/AKP karşıtlarının söyledikleri AKP seçmeni üzerinde bir etki yaratmamıştır. Bu seçimlerde “biz” ve “ötekiler” tam olarak sağ ve sol ayrımıyla karşıtlık yaratmasa da, Erdoğan her ne kadar “paralel devleti” ve sağ muhalefeti de hedefine koysa da, örtülü de olsa eski ümmetçi algıyla, laik/seküler algıyı çatıştırarak siyaset yapmıştır. Erdoğan’ın sıkça güncel sorunlar üzerinden CHP şahsında tek partili döneme göndermeler yapması demokrasinin bir ihtiyacı değil, iki temel zihniyeti hatırlatma gereğidir.

Erdoğan kökleri derinlerde olan bu iki temel yapılanmanın çatıştırılmasıyla, kendi deyimiyle “mütedeyyin” kesim üzerinde nasıl bir bağlılık yarattığını iyi görmüş ve sonucunu da almıştır. Yolsuzluk ve hırsızlık iddialarına AKP seçmeni inanmış olsa bile, “biz” ve “ötekiler” bağlamından bakarak bir savunma ve sahiplenme refleksiyle hareket etmiştir. Sandıklara gitme oranının son yirmi yılın en yüksek düzeyinde olması, gerilim siyasetinin yarattığı kamplaşma ve inatlaşmanın bir göstergesi olarak okunmalıdır.

Bu kamplaştırma ve kutuplaştırma yöntemiyle Erdoğan/AKP kendi seçmen kitlesini kör bir sadakate sokmak için propaganda söyleminde hiçbir kontrol gücü kullanmadı, aksine bir fütursuzluk ve sorumsuzluk içine girdi. Örneğin olumsuz kıyaslama için Haşhaşi ve Şia benzetmesinin hangi kesimleri rahatsız edeceğini, Gezi ve Berkin Elvan hassasiyetine saldırının neye ve nerelere tekabül ettiğini bilmesine rağmen, propaganda argümanı olarak kullanmaktan geri kalmadı. Geri kalamazdı, çünkü bu söylemin rahatsız edeceği kesimler üzerinde hiçbir umut ve beklentisi yoktu.

Seçim öncesi meydan okuma ve gerilim siyasetiyle kazançlı çıktığını anlayan Erdoğan’ın, daha sayım yarılanmadan yolsuzluğa bulaşan aile bireyleri ve bakanlarıyla balkonda resim vermesi bir meydan okumanın ve gerilim siyasetine devam edeceğinin açık işareti olmuştur. Bu meydan okuma kendilerince, aynı zamanda aklanmış olmanın da ifadesidir.

Balkon konuşması gerilim siyasetinin dozunu arttırarak devam edeceğinin işaretlerini vermiş, seçim öncesi kurum ve kuruluşlara yapılan operasyon ve görevden almaların yoğunlaşacağının ve demokratik arayışlara tahammül edilmeyeceğinin açık bir mesajıdır. Önümüzdeki bir yıl içinde yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimleri ve genel seçimlerde bu yöntemle başarı sağlanacağının algısı ve inancı hasıl olmuştur. Görünen o ki, onlarca yıldır ayakları üzerine oturtulamayan “debelenen demokrasi”, artık bir süre daha “darbelenen demokrasi” olarak varlığını sürdürecektir.

Denebilir ki çok partili sisteme geçişte ilki denenen 1946 seçimleri kadar hukuksuz olan bu seçim, hem propaganda yöntemleri ve diliyle, hem de sonuçlarıyla demokrasi kültürü ve ahlakı üzerinde tahrip gücü en yüksek bir seçim olmuştur. Her türlü hilenin yapılmış olduğundan kuşkulanan yığınların kuşkusunun giderilmesi yerine, hırsızlık ve yolsuzluk iddialarında olduğu gibi, iktidar olmanın her türlü gücü kullanılarak sonuç alınmaya çalışıl(ıyor)dı. Sayım sırasında Türkiye’nin onlarca yerinde kesilen elektrikler üzerine konuşan bakan, “trafoya kedi girmişti” diyerek dünya kamuoyu önünde gülünç duruma düşmeyi bile göze alabil(di)iyor.

Aklanmak için seçimlerden beklenen aritmetiksel sonuç alınmış olsa da, bu sonuç Erdoğan/AKP’yi gerçek bir yargı terazisinde ve halkın vicdanında aklamaya yetmeyecektir. Erdoğan/AKP, seçim sonuçları üzerindeki tartışmaları gündemde tutarak, yolsuzluğa ve hırsızlığa yönelmiş dikkatleri bu yöne çevirmeye çalışacaktır. Seçime itiraz sürecinin ardından gelecek olan cumhurbaşkanlığı ve genel seçimler gündemleştirilerek yolsuzluk ve hırsızlık unutturulmak istenecektir. Ancak tüm gündemlerin altında ve arasında inatla boy verecek olan hırsızlık ve yolsuzluk gündemi kaçınılmaz olarak karşılarına çıkacaktır.

Üzerinde daha çok konuşulacak olan bu seçim, sandıkla sınırlandırılmış bir demokrasinin gerçek bir demokrasi olmadığını göstermiş, sandığın ancak demokrasinin bir kültür ve zihniyet olarak tabana yayıldığı bir ülkede demokrasi aracı olabileceğini bir daha gözler önüne sermiştir.

Üç gün içinde yüzlerce hile örneklerinin gün ışığına çıktığı bu seçimde, sosyolojik açıdan önemsediğim bir örneği dikkate sunmayı gerekli gördüm: AKP’nin kazandığı Antalya’nın Kepez ilçesinde 308 bin 724 seçmenin tamamı/eksiksiz sandıklara gitmiş!

Bu seçim sonucunun tarihsel ve güncel nedenleri her ne olursa olsun, durum, sosyologlardan önce psikologlara havale edilmesini gerektirecek kadar vahimdir.