Türkiye'nin 11 Eylülü?

Dışişleri Bakanı (Türkiye'nin) Ahmet Davutoğlu, Gazze Hadisesi'nin "Türkiye'nin 11 Eylülü olduğunu" olayın hemen sonrasında söyledi. Başbakan (Keza Türkiye'nin) Recep Tayyip Erdoğan da, Mavi Marmara gemisine İsrail saldırısının ardından "Bu olaydan sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak" şeklinde görüş bildirdi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin iki önemli temsilcisi, biri Başbakan, öteki Dışişleri Bakanı, Gazze Hadisesi'nin bir dönüm noktası olduğunu açıkladılar. Gazze Hadisesi eğer Türkiye'nin 11 Eylülüyse, bundan sonra neler olabileceğini sormak durumundayız. Amerika Birleşik Devletleri, kendi 11 Eylülünden sonra önce ülkenin savaş koşullarında bulunduğunu açıklamış, ardından silaha sarılmış, Afganistan'ı uzun uzun bombalamış, sonra da oraya asker indirmişti. Bu süreç, ABD ile 'komşu' haline geldiğimiz, bu ülkenin Irak'ı işgaline kadar da uzanmıştı. 11 Eylül tarihinin, ABD açısından en önemli sonuçlarından birisi, bu olmuştu. 31 Mayıs 2010 tarihi, Türkiye'nin 11 Eylülüyse, Türkiye bu tarihten sonra neler yapacaktır? Gazze'ye asker mi indirecektir? Bir başka ülkeye askeri müdahelede mi bulunacaktır, hatta bazı bölgeleri işgal mi edecektir? Tüm bu eylemler, bizim canımızla, bizim olanaklarımızla yapılacağı için de sorularımız eski deyimle 'mazur' görülmelidir.

11 Eylül 2001 tarihinden sonra Amerika Birleşik Devletleri'nin aldığı kararları, özgürce sıralarsak, şöyle bir görünüm çıkıyor:

ABD Başkanı, ülkesinin savaşta bulunduğunu açıkladı.

ABD, Avrupa'dan yapılan çelik ithalatına koyulan vergileri yükseltti.

ABD, kamu güvenliğinden sorumlu bir bakanlık kurdu ve istihbarat çalışmalarını bu örgütün koordine edeceğini açıkladı.

ABD, güvenlik gerekçesiyle özgürlüklerin sınırlarını (özellikle iletişim alanında) iyice daralttı.

ABD, terörle savaş paketi açıkladı ve askeri alandaki kamu harcamalarını olağanüstü boyutlara, en azından ülke içi olası muhalefeti ortadan kaldırarak, çıkardı.

ABD, sürekli gündemde tuttuğu düşman-korsan-bela devletler kavramını genişleterek koyulaştırdı ve dünyanın geri kalan ülkelerinin terörle savaş'ta kendisine yardımcı olmalarını üstü pek de kapalı olmayan bir tehditle sağlamaya çalıştı.

ABD, terörle savaşı, El Kaide gibi son derece belirsiz bir düşmanla tanımlayarak, gezegenin hemen her yerinde operasyon (askerisi dahil) yapabilme yetkisini kendisine 'aldı'.

Evet, ABD'nin 'kendi' 11 Eylülü ya da 9/11'i ardından hızla uygulamaya koyduğu kararlardan bazıları bunlar. Eksiği var, fazlası yok. Bunlar, gezegenin toplam gayri safi hasılasının dörtte birine yakınını, gezegen nüfusunun yüzde 3'üyle gerçekleştiren, savaş dışı askeri harcamaları, kendisinden sonra gelen 10 büyük ekonominin-ülkenin toplamından fazla olan bir ülkenin, 11 Eylül sonrası uygulamalarından bir bölümü.
Türkiye?

Önce, Davutoğlu'na göre örneğin, en alakasız yerden başlayalım, ekonomiden. Türkiye'nin, ekonomisiyle, dünyanın ilk 20 ülkesi arasında bulunduğu belirtiliyor. Bu sayısal durum, ülkenin yaşamına nasıl yansıyor, üretimi ne düzeyde, tüketimi nasıl, ihracatı hangi seyri izliyor, bir başka alem. Çalışma çağındaki nüfusun dörtte biri, işsiz. Ülkenin gelir getiren tüm kaynakları birilerine hediye edilmiş durumda. Olağanüstü yüksek faizlerle devlet borçlanıyor, ekonomi, bu sürekli borçla işliyor. Borçlanma kesildiğinde ne yapılacağı belirsiz. Kapitalist koşullardan söz ediyoruz ya, Napolyon, "para, para, para!" demiş, Türkiye, kendi 11 Eylülünü nasıl finanse edecek? Savaş endüstrisi var da, ürettiklerini önce devlet, sonra başka ülkeler mi alacak, yüksek katma değerle çalışan üretim sektörleri var da, bizim bilmediğimiz, bu 11 Eylül gerekçesiyle bunlar mı daha çok üretim yapacak, ihracat yapacak da gelir sağlanacak? Ya da, söz konusu üretimler için gerekli ham madde, ara malı ya da enerji için mi sağa sola müdaheleler yapılması söz konusu? Dış politikanın dayanacağı hangi gerekçeler var da, Davutoğlu bu gerekçelerin gereğini yapmak üzere Gazze Hadisesi'ni Türkiye'nin 11 Eylülü olarak yorumluyor?

Türkiye'nin bağımlılığından kaynaklanan durumlar, Yeni Osmanlıcılık, Büyük Ortadoğu Projesi, Amerikan çıkarlarıyla Türkiye'nin çıkarlarını bağdaştırmaya çalışmak gibi dış konulara, AKP'nin düşmekte olan kamuoyu desteğini artırmaya çabalaması, yükselmekte olan direnişlerin muhalefetin, özellikle de CHP'nin söylemlerini sola yaklaştırır görünmesine neden olması, işsizliğin ve pahalılığın kitleleri giderek hareketlendirmeye yönelmesi, açılımların geniş halk yığınlarındaki kandırılmışlık duygusunu yoğunlaştırarak iktidarın sözcülerinin neredeyse halkın içine karışamaz hale gelmesine yol açması gibi iç konulara değinmedik.

Hamas gibi Müslüman Kardeşler (yoksa İhvan-ı Müslimiyn mi deseydik?) yanlısı bir örgütü desteklemenin, Müslüman Kardeşler'den ölesiye korkan Arap ülkelerini-rejimlerini Türkiye'ye karşı getireceği ve Yeni Osmanlıcılık'ı daha başlamadan bitireceğini de söylemedik, sadece bir tek seçim yapan ve bir daha da iktidarı bırakmayan gerici ve militan bir örgüte özenmenin Türkiye'deki geniş halk kesimleri açısından ne kadar tehlikeli olduğunu da.

Gazze'den kaynaklanan 'Gaza', 'Şehit' ve 'Şahit' kavramlarının şoven milliyetçilikle yoğrularak pişirildikten sonra, kendine sol ya da liberal diyen postmodernler tarafından nasıl sevinçle yutulduğuna da değinmedik, bu yemeğin mükemmel bir faşizm öncesi 'giriş' olduğuna da.
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 'envanter'indeki silahların, belirli ülkeler aleyhine kullanılamayacağının, böyle bir girişimin öncelikle teknolojik olanaklarla engelleneceğinin öne sürülmesinden sonra dile getirilmeye başlanan 'Kendi silahımızı kendimiz yapalım' ifadesinin, mevcut koşullarda bağımlılığın estetiğine katkıdan öteye gitmeyeceğini de vurgulamadık.

Bu yazıda nelerin 'belirtilmediğine' yeterince değindik bağımlılığın, kapitalizm denilen bu gasp düzeninin, özgürleşmenin önündeki en büyük sorunlardan biri olan gericiliğin karşısına dikilmek gerektiğini ise, söyleyelim.

Söyleyelim de, nasıl söyleyelim? Hem Türkiye'de, hem de gezegenin geri kalanında, 'dil', büyük yara almış durumda. Konuşulan dil'ler, burjuvaziler ve emperyalizm tarafından iyice yetersizleştirilmiş halde. Kullanılan sözcükler bile giderek azalıyor, çok az kelimeyle anlaştığımızı sanıyoruz. Dilimizi, öfkemizi en iyi ifade edecek, düşüncelerimizi, duygularımızı yetkince anlatacak bir düzeye çıkarmak zorundayız. Milyarlarca insan, giderek 'kendi' dilleriyle, kendi terimleri ve kavramlarıyla, gönülleri arasında da köprüler kurarak anlaşmak, zorbalığa böylece karşı koymak zorunda. Ancak bu da başka bir yazının konusu olsun.