'G' Toplantıları ve 'Siperde Dik Durmak'

Geçtiğimiz günlerde 'G' ile başlayan, 8 ve 20 sayılarıyla devam eden toplantılara tanık olduk, 'siperde dik durmak' deyimiyle sıkça karşılaştık. G-20'den önce, doğallıkla, G-8 toplandı, büyüklerin daha küçüklere nasıl davranacaklarını ve birbirleri arasındaki ayrımların söylemlerini nasıl oluşturacaklarını ayrıca belirlemelerine zaman kazanmak amacıyla. G-8 liderleri, bol bol 'cool' görüntü verdiler, ağaçlar arasında sallanarak yürürken birbirleriyle gülüp şakalaşmalarına gezegenin izleyicilerinin görselliğini karşılamak amacıyla. Kendi aralarındaki çatışmaların ifade biçimlerini uygun hale getirdikten sonra da, korkularını gizlemeye dermanları yetmeyen ek 12 ülkenin liderleriyle bir araya geldiler. 'Cool' görünmeye çalışmaları yetti mi, gittikçe derinleşen korkularını milyarlarca insandan gizlemeye, bu bir soru ve kendi uzmanları bu sorunun yanıtını olumlu veremiyor. Siperde dik durmaya, daha doğrusu dik görüntü vermeye çalışıyorlar ancak başarılı olamıyorlar. Kapitalizmin krizi, böylesi bir 'imaj' çalışmasının başarısına bile izin ver(e)miyor.

Kapitalizmin krizinin nedenleri biliniyor, karlılığın hızla yükselmeye geçeceği yeni bir birikim rejimi kendini göstermedikçe, bu rejime en azından sermaye inanmadıkça ve sömüreceği hatta yağmalayacağı bölgelerin sakinleriyle kendi metropol sakinlerini yapılacak 'işler'e, her kesime uygun söylemler kurup inandırmadıkça da krizden çıkışın söz konusu olamayacağı tartışma dışı. Kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası da kriz sürecine damgasını vuruyor, özellikle de, krizin fırsatlar yarattığı tezini sıkça kullanmaya başlayan Çin'in tutumu, ABD ve AB oligarşilerini uykusuz gecelere sürüklüyor. Çin ekonomisi karlılığını belirli bir oranda –ki bu oran ABD ve AB'nin düşlerini süslüyor- tutabiliyor, ve de büyümesini, giderek askeri operasyonlarla çıkarlarını korumaya yöneltebileceğinden 'ürkülen' bir düzeyde sürdürebiliyor.

Örneklerle de anlatılabilir bu süreç, Çin, örneğin, Yunanistan'la çok büyük kapsamlı, milyarlarca dolarlık ekonomik anlaşmalar yaptı. Bu anlaşmalar, gemi inşa, deniz taşımacılığı, liman ve havaalanları yapımı, turizm ve telekomünikasyon alanlarını kapsıyor ve Almanya'nın takatinin kesildiği –parasının bittiği olarak da okunabilir- yerde devreye girerek Güneydoğu Avrupa'da Çin'e oldukça önemli kazanımlar getiriyor. Çin, ayrıca Bulgaristan ve Romanya'yla da ilgileniyor, bu ülkelerde büyük yatırımlar planlıyor, milyar dolarlık bazılarını –enerji ve ticaret alanlarında- başlatıyor. Uzmanlar, RFE (Radio Free Europe) yorumcusu Breffni O'Rourke gibi, Çin'in Avrupa'da Yunanistan üzerinden bir köprübaşı elde etmesinin Avrupa açısından çok tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini, kuruluşlar, Londra merkezli thinktank-düşünce kuruluşu European Council on Foreign Relations gibi, Çin'in halen doğu ve güneydoğu Avrupa'da sürdürdüğü yatırımların AB'nin geleceğini derinden etkileyeceğini belirtiyorlar.

Amerika Birleşik Devletleri'nin Çin'le ilişkilerinin Nixon'la başladığı öne sürülen ancak daha da gerilere uzanan bir tarihi var. ABD, Çin'in gelecekte yapacaklarını çok önceden belirlemiş olmak gibi bir avantaja sahip bu nedenle devlet tahvillerini Çin'e, hem de çok büyük miktarlarda satmak gibi, bu ülkede çok büyük yatırımlar yapmak gibi girişimlerde öncelik sağlamış durumda. Bu önceliklerin, kapitalizmin krizinden ABD'nin rahatlıkla çıkması gibi kolaylık sağlayabileceğini düşünen yok, ancak bu ülkenin kendini görece korumaya çalışma kararlılığını göstermesi açısından anlam taşıdığı kabul ediliyor. Avrupa'ya gelince, durum farklı. Şöyle ki, Avrupa Birliği'nin, Almanya'nın ekonomik yayılma kararlılığının iki kez milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanan savaşlara yol açmasından bıkan Avrupa ülkelerince, Almanya'yı bu yayılmayı barış içinde ve para ödeyerek –satın alarak?- yapmasını güvence altına alacak bir örgüt olarak görüldüğüne kimse itiraz etmiyor. Özetle, Avrupa ülkeleri, Almanya'nın ikide birde savaş çıkarmasından bıkmış, 'Ne alacaksan gel parasıyla al, silaha sarılıp durma' diyerek AB'yi onaylıyorlar. Türkiye'nin bu süreçte ne aradığı son derece haklı olarak sorulabilir, Türkiye-AB ilişkilerine ayrıca değinmek zorunlu. Evet, Avrupa Birliği, Almanya'yı kabadayılıktan vazgeçirmek amacıyla Avrupa ülkelerinin onayını aldı, durum bu. Şimdi, Almanya'nın, savaş sonrasında, yenik olarak imzaladığı anlaşmalar nedeniyle girişemediği işleri yaptırmak ve ayrıca da ekonomik gücünden yararlanmak için yanına aldığı Fransa ile birlikte, durumları oldukça zor. AB de zaten, bu iki ülke demek. Kapitalizmin krizinin içinde, AB'nin bir kapitalist emperyalist metropol olarak durumu, Amerika Birleşik Devletleri'nden biraz daha zor. AB'nin sorunları, bu bölgenin büyüme sonrası –tüketimi sürekli kılmak için de başvurduğu- sosyal refah devletleri oluşturmuş olmasıyla da artıyor. Avrupa Birliği üyesi ülkelerin, başta Almanya ve Fransa olmak üzere, kurmuş oldukları sosyal güvenlik ağları çatırdıyor. Almanya'nın en son açıkladığı 80 milyar avroluk tasarruf paketi de, öncelikle çalışanları ve çalışmak istediği halde çalışamayanları, Alman işçi sınıfını –doğal olarak göçmenleriyle birlikte, giderek diğer ülkeler işçi sınıflarıyla birlikte- vuracak. Çin ise bir yandan Almanya'ya güzel güzel oturup konuşuyor, öte yandan da Almanya'nın Yunanistan krizinde yapamadığını, yani bu ülkeyi 89-91 sonrası doğu Avrupa ülkeleri gibi 'satın' alamamasını 'fırsat' bilip milyarlarca doları Yunanistan'a yatırıyor, Bayan Merkel'in uykusuz gecelerine neden oluyor.

Çin'in, önce dişine en uygun ava yönelmesi, gelecekte daha başka avlara gözünü dikmeyeceği anlamına kuşkusuz gelmiyor. Foreign Policy'den Daniel Blumenthal, "Çin'in, dünyayı ele geçirmek gibi bir strajesinin olduğunu düşünmek zorunlu değil. Yaşamakta olduğu ekonomik büyüme, bu ülkeyi yakın çevresinde ve Orta Asya gibi bölgelerde kara birliklerini kullanarak yürüteceği askeri operasyonlara yönlendirebilir," diyor. Amerika Birleşik Devletleri de bu durumun farkında kuşkusuz, ABD'nin tüm 'jeopolitik-jeostratejik' çabalarının başında Çin'in çevresiyle ve ilgileriyle ilintili olanlar bulunuyor.

Kapitalizm krizde, bu kriz giderek derinleşecek kapitalist emperyalistler saldırganlaşacak. Yaşamlarımızı sürdürebilmek için bu süreçleri çok iyi izlemek zorundayız. Bir yandan önemli işkollarında örgütlenmek gibi zorunlukları yerine getirirken, öte yandan, teorik çalışmalarımızın, yapılanların en iyisi olmalarını sağlamakla yükümlüyüz. Gelecek, bir bölümünü şu anda kestirebildiğimiz, büyük bir bölümünü ise yaşandığında görebileceğimiz karmaşık gelişmeler sunacak. Bu karmaşaya hazır olmak bulunduğu, ayaklarını bastığı her yerde karşılaşılacak sorunları en iyi çözebilecek insanlarla donatılmış olmak da demek.