Hafızamız mı silindi, dilsiz mi kaldık?

Osmanlıda okur-yazar oranının düşüklüğünün Arap harfleriyle okuyup-yazmanın güçlüğüne bağlayan tartışmalar, 1800’lerde gündeme gelmiştir. Bu konudaki arayışlar II. Meşrutiyetle birlikte hız kazanmıştır. Bu konu Mustafa Kemal’in öncülüğünde 1 Kasım 1928 günü kabul edilen 1353 sayılı kanun ile çözülmüş, Türkçeyi yazmak için kullanılan Arap harfleri yerine, Latin harflerinden esinlenen ve Türk harfleri denen harflerin kullanılması kabul edilmiştir. Yeni harfler kısa sürede toplum tarafından da kabul görmüştür. Arapça harfleriyle okur-yazar olmuş kişiler çok kısa sürede yeni harflerle okuyup yazmaya başlamışlardır. Yetişkinlere okuma-yazma öğretmek için, 1928 öncesinde açılan Halk Mektepleri, Halk Dershaneleri ve Gece Kursları 1929’da Millet Mekteplerine dönüştürülerek, okuma-yazma kampanyası başlatılmıştır. Bu kurslara ilk yıl katılanların sayısı 500 bini geçmiştir.

1927 nüfus sayımına göre okuryazar oranı yaklaşık yüzde 10 kadardır. Ancak Müslüman olmayanların çoğu okuryazar olduğundan, Müslüman kesimin okuryazar oranı yüzde 10’dan çok daha azdır. Harf devrimi sonrasında ise, okuryazar oranı hızla artmaya başlamıştır.  

Bu konudaki ilginç bir durum, son yıllarda harf devrimine karşı çıkanların toplum içindeki oranının, harf devrimi yapıldığında karşı çıkanların oranından çok daha fazla olmasıdır. Bu konudaki bir başka ilginçlik de, Kasım 1928’de Arap harfleriyle okuma-yazma öğrenmiş kişilerin çok küçük bir bölümü harf devrimine tepki göstermişken, son yıllarda tepki gösterenlerin hemen hepsinin harf devriminden sonra doğmuş ve Türk harfleriyle okuma-yazma öğrenmiş kişiler olmasıdır. Türkçe okuyup yazanların, hiç kullanmadıkları Arap harflerine özlem duymalarını anlamak mümkün değildir. 

Bu noktada insanın aklına, “insan nasıl olur da kolayca okuma-yazmayı öğrendiği ve kendisi doğmadan önce kabul edilmiş harflere karşı çıkar?” sorusu gelmektedir. Aslında bu sorunun yanıtı, açık ve nettir: Birileri, değişik amaçlarla, çocukları yanlış olan ve/ya da gerçek olmayan öğretilerle koşullandırmıştır ve de koşullandırmaktadır. Bu yanıt, aynı zamanda, anadili Türkçe olanların ve de halk egemenliğinin nimetlerinden yararlananların, örneğin kendi iradesiyle kendisini yönetecek kişileri seçenlerin, neden Osmanlı, Osmanlıca, Arapça, padişah hayranı olduklarını da açıklayıcı niteliktedir.  

Okullardaki ders içerikleri, 2017 müfredatından önce gerçeklerle olabildiğince örtüştüğünden, gerçek dışı/yanlış öğretileri derslerin içeriğine bağlamak pek anlamlı değildir. Geriye iki olasılık kalmaktadır: 1) Öğretmenlerin bir bölümü derslerinde müfredat dışına çıkarak, bu tür gerçek dışı/yanlış öğretilerde bulunmaktadır; 2) Çocuklar gerçek dışı/yanlış öğretileri, okul dışında, ailede, yurtlarda, dershanelerde, Kuran kurslarında, tarikatlarda, … edinmektedirler. Yanlış/gerçek dışı öğretilerin birkaçı şöyledir: 

Kuran’ın Arapça yazılmış olması nedeniyle, kimilerine Arapçanın kutsal dil olduğu öğretilmektedir. Kuran dilinin Arapça olması, bu dilin kutsallığından değil, peygamberin anadili olması nedeniyledir. Tevrat’ın dili, Musa’nın ana dili olan İbranicedir. Arapça kutsalsa, İbranice de kutsal bir dil olmakta ve din kitabı olmayan dillerin ise kutsal olmaması gibi acayip bir durum ortaya çıkmaktadır. Harfler ilgili dilde okuyup yazmayı kolaylaştıran bir araçtır ve tarihsel süreçte insanların birbiriyle etkileşimi içinde evrilerek değişip gelişmiştir. Örneğin Türklerin Orta Asya’da kullandığı harfler, Arapça harflerden de günümüz harflerinden de çok farklıdır. Kutsal olan peygamberin anadili değil, inananlar için peygamberin kendisidir. 

Kimilerine Osmanlıcanın bir dil olduğu öğretilmektedir. Bu kesim, anadili Osmanlıca olan bir halkın olmadığını yadsımakta ya da anasından Osmanlıca öğrenenlerin var olduğunu sanmaktadır. Osmanlıyı oluşturan hiçbir halkın anadili Osmanlıca değildir. Arapların dili Arapça, Türklerinki Türkçe, Kürtlerinki Kürtçe, Rumlarınki Rumca,… dır. 1974 basımı Türkçe Sözlük'e göre Osmanlıca, “Arapça ve Fars kültürlerinin etkisi altında yapısına bu dillerden aşırı derecede sözcük hatta dilbilgisi özellikleri giren, Osmanlı imparatorluğunda yazar ve ozanların çoğunca kullanılan Türkçeye Tanzimat’tan sonra verilen ad”dır. Kısaca Osmanlıca, yalnız Osmanlı elitinin kullandığı bozulmuş Türkçedir. Bu bağlamda harf devrimi ve arkasından gelen Türk dili çalışmaları, Türkçenin kurtarılması hareketidir. 

Kimilerine, harf devrimiyle toplumun hafızasının silindiği ve bir gecede dilsiz kaldığımız öğretilmektedir. Harf devrimi yapıldığında Müslüman toplumun yüzde 6-7 kadarı okuryazar olduğundan, bu öğretilerde, toplumun yüzde 94’ünün hafızasının olmadığı ve dilsiz olduğu anlamı çıkmaktadır. Bunu kabul etmek mümkün değildir. Çünkü Osmanlı toplumu, yazılı kültüre dayalı değil sözel kültüre dayalı bir toplumdur. Harflerin değişmesinin sözel kültür üzerinde bir etkisi olmadığından toplumun hafızası da vardır dili de. Üstelik harf devriminden önce okuryazar olanlar, çok kısa sürede yeni harflerle okuma yazmayı öğrendiklerinden onların hafızasının silinmesi ya da dilsiz kalmaları da söz konusu değildir.

Hafıza silinmesi harflerin değişmesiyle değil, olsa olsa, gerçek dışı/yanlış bilgilerin edinilmesiyle gerçekleşmektedir. Çünkü gerçek dışı/yanlış bilgileri edinenlerin, özgürleşmeleri kolay olmadığı gibi gerçeği anlamaları da, sanal dünyalarından kurtulup kendilerine gerçek bir dünya kurmaları da kolay değildir. Gerçek dışı/yanlış bilgiler edinenler, zahmet edip gerçekleri öğrenmediklerinde, gerçeğin ayrımında olamadıkları gibi başkalarının da gerçekleri öğrenmesine engel olmakta ve sanal dünyada yaşayanlar artmaktadır. Esasında bu tür sanal dünyada yaşamak, hafızamızı silmekte ve bizi dilsiz bırakmaktadır.

[email protected]