Kara Cuma'nın kara büyüsü

Bir Kara Cuma daha geride kaldı. ABD'de yaşanan büyük iktisadi kriz sırasında yılbaşına kadar sürecek alışveriş sezonunu hareketlendirmek için düşünülen uygulamalardan biri olarak gündeme gelen Kara Cuma ismini de tüketimi artırmak amacıyla alınan önlemlerin kendisinin bir kriz haline geldiği 1960'lı yıllarda aldı.

Uygulama yalnızca ABD ile de sınırlı kalmadı. Piyasa ekonomisinin hüküm sürdüğü tüm ülkelere bazen aynı, bazen farklı isimle yayıldı. Tarih de sabit kalmak zorunda değildi. Kara Cuma, aslında kapitalizmin bir alışveriş modelinin ismiydi. Her ülke kendisine uygun zamanlama ve uygulama biçimini tercih edebilirdi.

Önce indirimi müjdeleyen yoğun bir reklam kampanyası ile tüketici o güne veya haftaya hazırlanıyordu. Buradaki temel motivasyon ihtiyaç değil ürünün fiyatıydı. Bir malın satın alınması için görece, bir diğer deyişle her zamanki fiyatından daha ucuz olması yeterliydi. Her türlü yöntemle kitlesel bir baskıya maruz kalan insanlar, aynı kitlesellikle alışveriş çılgınlığına teslim oluyordu. Kitleselliğin bizzat kendisi bir çarpan etkisi yaratıyordu.

Sonuç ise patronlar açısından gerçekten yüz güldürücüydü. Çok fazla geçmişe gitmeye gerek yok, bugünkü rakamlara bakıldığında Türkiye'de dahi bir günde ortalama cirolarının 50 katına ulaşan şirketler var.

Patronlar gayet mutlu ama peki ya emekçiler... Bu alışveriş modeli ilgili sektörlerde çalışan insanlar için muazzam bir yük demek. Cirolar 50 kat artarken emekçiler de normal günlerdeki gibi çalışmıyorlar elbette. Zaten normal zamanlarda bile oldukça zor şartlarda çalışan emekçiler için katlanılmaz bir yük bu.

Bu tür kampanyalar yapan mağaza veya alışveriş merkezindeki işçiler, son yıllarda sektörde ağırlıkları gittikçe artan sanal alışveriş sitelerinin çalışanları, bu sitelerin altyapılarını hazırlayan ve sitelere sürekli teknik destek veren uzmanlar, ciroların bu denli arttığı günlerde nöbet tutturulan finans emekçileri ve elbette taşıdıkları yük hacimle birlikte 50 kat artan lojistik işçileri... Hepsi dünyanın dört bir yanında akla gelen her yolla pompalanan alışveriş çılgınlığının cefasını çekiyor. Hem de patronları sefasını sürerken.

Tek bir kazananın olduğu garip bir tablo bu. Ama gariplik kazananın patronların olmasından ibaret değil. Tüketenlerin arasında da emekçiler var çünkü. Üreten onlar, çalışan onlar, Kara Cuma gibi kampanyalarda çoğu zaman gereksiz yere de olsa tüketen de onlar... Gariplik ise her şeyi yapan bu sınıfın mensuplarının birbirlerinin faaliyetlerine bu kadar ilgisiz kalmalarından ürüyor. Bir malı alan emekçi ne malı üreten ne de ona ulaştıran işçinin koşullarıyla ilgileniyor.

Ancak bu açıklanamaz bir gariplik değil. Kara Cuma'nın gizemli ve çözülemez kara büyüsünü anlamaya çalışmıyoruz. Tam tersine, bu düzene özgü, düzenin ayakta kalmasını sağlayan ve açıklanabilir bir mekanizma söz konusu.

Bu düzenin efendileri alınan ve satılan her şeyin değerinin toplumsal emekten bağımsız olduğunu düşünmemizi istiyorlar. Her şeyin fiyatlardan oluştuğu, paranın hakim olduğu bir dünya bu. Sanki nesnelerin kendiliğinden hareket ettiği, ilişkiye geçtiği bir dünya... Sanki malı veya hizmeti üreten insanların arasında hiçbir toplumsal ilişkinin varolmadığı bir dünya... Böyle olunca da insanların parayla yaptıkları alışverişi kendi toplumsal faaliyetleri sandığı bir dünya. Aslında insanların nesneleri yönetmesi gerekirken, nesnelerin insanları yönettiği bir dünya.

Kara Cuma ve benzerleri yalnızca bu düzenin ihtiyaç duyduğu tüketim alışkanlıklarını beslemiyorlar. Fiyatın ve paranın tek hakim olduğu, emekçilerin hem birbirine hem de üretim koşullarına yabancılaştığı bir dünyayı yeniden üretiyorlar.

Bu dünyada yalnızca fiyat ve para var. O malın veya hizmetin nasıl ve hangi koşullarda üretildiği yok. Kimlerin ürettiği yok. Kimlerin malları bize nasıl ulaştırdığı da yok.

Yalnızca fiyat ve paradan oluşan bir dünyayı anlamaya çalışmak ise aslında bu piyasanın aptal ve gereksiz mekanizmalarını anlamaktan ibaret ve emekçiler için boşa bir çaba. Fiyata ve paraya boğulmuş bu dünyada sıkışan insanların birbirlerini anlamaları, birbirlerinden haberdar olmaları neredeyse imkansız.

Yine aynı dünyaya sıkışan insanların garipliği hissetmeleri halinde dahi önerecekleri çözümler yine bu mekanizmaya, mesela tüketime dair olmak zorunda. Oysa asıl sorun orada değil. Asıl sorun malın ve hizmetin üretiminin gerçekleştiği toplumsal koşullarla ilgili.

Yaşadığımız hayat değişecekse eğer, paranın ve fiyatların hakimiyetinden kurtulacaksak şayet, nesneler bizi değil biz nesneleri yöneteceksek, değişmesi gereken de o toplumsal ilişkiler. Fabrikaların, toprakların, alışveriş merkezlerinin, büyük dükkanların ve sitelerin sahipliği değişecek. Dolayısıyla üretim sürecini patronlar değil emekçiler düzenleyebilecek. Başka yol yok.