Gecikmiş devrimler çağı

ABD suikast, provokasyon ve savaşlarla Ortadoğu'ya istediği şekli verebilecek mi? Soru elbette yakın zamanda tekrar ısınan ve aslında neredeyse hiç soğumayan Ortadoğu'yla sınırlanmayabilir ve tüm dünyaya genişletilebilir. Zaten ilginç olan, bu soruya verilecek cevabın daha geniş bir bağlamda pek değişmemesi...

Tüm dünyada bu soruya benzer yanıtlar verilebilmesi genel bir eğilimden söz etmenin mümkün olduğu, genel bir eğilimden söz etmemiz ise dünyada hüküm süren düzen ya da sistemi konuştuğumuz anlamına geliyor.

Evet, tüm dünyada hüküm süren kapitalizmi veya onun bu çağdaki bir aşaması olarak emperyalizmi konuşuyoruz.

Bütün dünyada ABD emperyalizminin işi zor. Nesnel olarak ellerinde tuttukları devasa askeri güce, sistemin işleyişiyle beslemeye devam ettiği iktisadi kaynaklara, yıllar içinde kurdukları küresel bir kültürel ve siyasi yapıya rağmen zor hem de... Ancak bu askeri, siyasi, iktisadi ve kültürel yapı güç kaybetse de işlemeye devam ediyor. Bu nesnelliği yok saymak da imkansız.

Peki ne oluyor? ABD aslında bugün neyle uğraşıyor?

İçinden geçtiğimiz dönemi birbiriyle bağlantılı iki olgu belirliyor.

Birincisi; sosyalizmden geriye kalan bir dünyada yaşıyoruz. ABD, ne kadar uğraşsa da 20. yüzyılın bakiyesini temizlemeyi başaramadı. 20. yüzyılı ve esas olarak bu yüzyıla damgasını vuran iki kutuplu dünyanın izlerini ne maddi dünyadan ne de insanlığın hafızasından silebildi.

Bu bakiyenin varlığını sürdürmesi Putin Rusyası'nın Sovyetler Birliği'nin mirasçısı olduğu anlamına gelmiyor. Ya da 20. yüzyılın mirası, Çin'in muzaffer adımlarla yeni bir sosyalizm inşasına yöneleceği beklentisini beslemiyor. Bu iki yanlış saptama da 20. yüzyılın mirasından beslense de, asıl mesele sosyalizmin varlığı değil yokluğu, ya da başka bir ifadeyle sosyalizmin bir zamanlar dünyanın neredeyse üçte birinde hüküm sürmüş olması ancak bugün arkasında dünya sistemine eklemlenmek üzere geniş bir coğrafya bırakması. Bu ülkelerin tamamı bir şekilde kapitalizmin dünya genelindeki işleyişinin bir parçası haline gelmiş olsalar da, sistem içindeki yerleri son derece kararsız ve bu kararsızlık düzenin işleyişini tehdit ediyor.

Üstelik İran, Suriye ve Irak örneklerinde gördüğümüz gibi konu yalnızca bir zamanlar sosyalizmin doğrudan iktidar olduğu ülkeleri ilgilendirmiyor. Öylesi bir dünyadaki dengeler sayesinde varolmuş bu ülkeler de dünyadaki sistemin işleyişinde arızalara yol açıyor, bu ülkelere yapılan müdahaleler başka krizleri tetikliyor.

Dahası, bizzat Batı bloku olarak adlandırılabilecek ülkeler de sosyalizmden geriye kalan dünyada kendilerine yeni yerler ararken sıkıntı ve problem üretiyor.

Ancak, 20. yüzyıldan kalan bir dünyayla bağlantılı eklemlenme problemleri veya Rusya ve Çin'in sistemi fazlasıyla zorlaması bugünün dinamiklerini ve yaşanan krizi tek başına açıklamıyor. Bununla ilgili ve yine aslında sosyalizmle bağlantılı başka bir mesele var.

İçinden geçtiğimiz dönemi tarif eden ikinci olgu sosyalist devrimin fazlasıyla gecikmiş olması ya da aynı anlama gelmek üzere kapitalizmin ömrünün anormal bir şekilde uzaması...

Gecikmiş devrimlerin çağında yaşıyoruz ve bu gecikme içinde yaşadığımız sistemin kriz dinamiklerine damgasını vuruyor.

Birincisi; kapitalizm kendi sorunlarını çözmek ve kendisini yeniden yapılandırmak hususunda ne denli mahir bir sistem olursa olsun her yeniden yapılanmayla birlikte sorunlar büyüyerek tekrar baş gösteriyor. Bu birikmiş kriz dinamikleri varolan düzeni kararsızlaştırıyor.

İkincisi; kapitalizmin zaman içinde biriktirdiği büyük servet, sermayenin oransal büyümesini zorlaştıran bir dinamik haline geliyor. Arsızca ve büyük bir hırsla büyütülen servetler sistemin içinde birer serseri mayına dönüşmüş halde. Aşırı finansallamış bir küresel piyasada bu servetlerin kendisinin bir kriz unsuru haline gelmiş olması kapitalizmin çelişkili doğası için müthiş bir örnek teşkil ediyor.

Üçüncüsü; dünyanın pek çok bölgesinde değer yaratan tek güç olarak emeğin sömürülmesinde sınıra dayanılmış durumda. Sömürünün artırılması zorlaşırken sermaye birikimi de doğal olarak güçleşiyor.

Dördüncüsü ve aslında tüm bunları kesen bir olgu olarak üretici güçlerin gelişmesi emperyalist sistemin işleyişini basbayağı istikrarsızlaştırıyor.

Biz bu düzenin insanlığın topyekün ilerlemesinin önünde bir engel teşkil ettiğini biliyoruz. Ancak kapitalizm aynı zamanda üretici güçlerin sürekli bir gelişme eğilimi sergilediği bir toplumsal sistem.

Üretici güçlerin gelişmesi, insanın bilgi ve becerisinin zaman içinde artması, teknoloji ve bilimin ilerlemesi yalnızca insanların gündelik hayatlarını değiştirmiyor. Aynı ilerlemenin ülkeler ölçeğinde de etkileri var. Daha gelişkin ülkeler ile geride kalanlar arasındaki farklar bazı açılardan kapanmıyor belki ama geriden gelenlerin yetenekleri bu gelişim eğilimi nedeniyle zamanla nesnel olarak artıyor.

Mesele yalnızca Çin gibi oldukça geriden gelen bir ülkenin bazı başlıklarda farkı neredeyse tamamen kapatması ve sistemin en tepesine dair bir iddia taşıması değil. Örneğin Türkiye gibi ülkelerin de bu gelişim eğrisi sayesinde askeri, siyasi ve iktisadi yeteneklerinin artması. Bugün Türkiye'nin güçlü ve ihmal edilemez bir birikime sahip bir sermaye sınıfı, belli açılardan gelişkin bir askeri-sanayi kompleksi ve yıllar içinde oluşturulmuş bir siyasi-bürokratik geleneği var.

Dışarıya bağımlı da olsa bu tip ülkeler artan kapasiteleri nedeniyle bölgesel iddiaların arkasında durabilir hale geliyor. Böylesi örneklerin artması dönemi belirleyen diğer olgularla birlikte sistemin işleyişinde ciddi arızalar ortaya çıkarıyor ve genel olarak düzeni kararsızlaştırıyor.

Bir açıdan çok sayıda kriz dinamiği nedeniyle karmakarışık bir manzara bu ama diğer yanıyla da oldukça sade. Çünkü istikrara kavuşması imkansız bir kriz tablosundan söz ediyoruz.

Gecikmiş devrimlerin çağında yaşıyoruz.

Evet devrimler gecikti, ama gecikenin elbette geleceği bir dünyada insanlığın yaşadığı derin sorunların çözümü için yeniden sosyalizmi bekliyoruz.