Irkçı/dinci popülizm yükselişte

1980'ler sonrasındaki neoliberal düzende merkez sol partiler "merkeze" yani sağa kayarken, aslında merkez sağ partiler de simetriyi öbür taraftan tamamlıyor, "merkeze" kayıyorlardı. Merkez sol ve sağın Almanya-Fransa örnekleriyle sınırlı olmayan bu buluşması, sonuçta kendi sağ ve sollarında yeni siyasi oluşumlara alan açmış ve bu durum 2000'li yıllarda hız kazanmıştır. Ama şimdiye kadar görülen, sosyalist soldan ziyade milliyetçi aşırı sağa daha büyük bir alan açılmakta olduğudur.

Şimdilerde "sağ popülist" denilen ama bizim "ırkçı popülist" terimini daha uygun gördüğümüz bu yabancı düşmanı şoven sağ akımların iktidara gelemeseler dahi iktidar adayı olabilecek hatırı sayılır bir muhalefet partisi konumuna gelmeleri, hem neoliberal sistemin ekonomik ve siyasal ("merkez" partilerinin bu sistemi artık yönetememe krizinin sonucu) olarak tıkanmasının ve hem de emperyalizmin üçüncü dünya ülkelerindeki talan ve savaş politikalarının göç yollarına attığı milyonların dış sömürüyle de palazlanmış refah toplumlarının kapılarına dayanmasının sonuçlarıdır.

Başka deyişle, ırkçı popülizmin yükselişi sadece merkez sağ ve solun gerilemesinin sonucu değildir; hepsi birden neoliberal birikim rejiminin ve emperyalist hegemonyanın tıkanmakta olmasının sonucudur. Bu tıkanma kuşkusuz ırkçı sağ popülizmin istismar alanlarının genişlediği bir ortamda olmuştur. Ama bu tıkanmanın asıl nedeni, sermaye tahakkümünün sürmesinin artık giderek otoriter rejimlerin oluşumuna bağlı hale gelmesindendir. Şimdi ABD gibi küresel sistemin hegemon gücü bile bu eğilimin çekim alanına girmiş bulunmaktadır. Kapitalist sistem ile burjuva demokrasisinin konjonktürel beraberliğinin sonuna yaklaşılmaktadır.

Aslına bakılırsa, merkez-sol hareketlerin sağın kuyruğuna takılarak kendilerini tüketmelerinden daha önemli olan, neoliberal politikaların asıl sahibi olan merkez-sağ siyasetlerin de giderek tek başına iktidar olma kapasitelerini büyük ölçüde tüketmiş olmalarıdır. Dolayısıyla, bu geleneksel sağ partiler de kendi sağlarından, özellikle de milliyetçi/ırkçı-popülist sağ siyasi akımlar üzerinden tehdit edilmeye başlamışlardır. Bu aşırı sağ akımlar ya önemli bir muhalefet partisi konumuna yükselmişler veya Polonya-Macaristan-Avusturya örneklerinde olduğu gibi doğrudan iktidara gelmişlerdir. Aslında ABD'de Trump yönetiminin sunduğu yeni sağ söylem (göçmen/mülteci -özellikle İslam karşıtı- söylem ve "önce vatan" milliyetçiliği) Orta Avrupa'daki yeni sağ yükselişin kendine güvenini tazelemiş ve Avrupa'nın merkezi ülkelerine karşı alttan alma siyasetlerini sona erdirmiş gözükmektedir. Hatta Macar Başbakanı'nın Temmuz 2017'de Romanya'da sarf ettiği şu sözler dikkat çekicidir: "Burada, Orta Avrupa'da, 27 yıl önce Avrupa bizim geleceğimizdi; bugün, biz Avrupa'nın geleceği olduğumuz duygusunu taşıyoruz". Bu sözleri aktaran yazar, yazısının sonunu da şöyle bağlamaktadır: "Liberal kapitalizme karşı otoriter kapitalizm, işte 68 Mayısı'nın ideolojik alternatifi olarak dayatılan bu. Tersine bir Mayıs 68 mi?". (Pierre Rimbert, "De Varsovie à Washington, un Mai 68 à l'envers", Le Monde Diplomatique, Ocak 2018).

Sadece Orta Avrupa'nın küçük ülkeleri üzerinden bir "otoriter kapitalizm" dayatmasının genelleşmesi kuşkusuz beklenemez. Kapitalist sistemin egemen bloku üzerinden gelmedikçe fazla anlam da taşımayabilir. Ancak ABD'deki dönüşüm, Trump'ın, kapitalist birikim rejimine ekonomik milliyetçiliği öne çıkararak, bölüşüm ilişkilerinde sermayeyi daha açıkça kollayarak yaptığı müdahalelerin giderek sınıfsal destek bulması bir yandan, Almanya ve Fransa gibi büyük Avrupa ülkelerinde milliyetçi aşırı sağ akımların palazlanması ve giderek iktidar seçeneği olmaya doğru güç toplaması diğer yandan, sorunun daha derinde olduğunu göstermektedir. Geçen yıl Davos'ta liberal uluslararası düzeni savunmak Çin'e düşmüşken bu yıl Hindistan'ın aynı rolü oynaması, korumacı/içe kapanmacı yeni bir uluslararası ilişkiler düzeninin oluşumuna tepki olarak da anlaşılmamalı mıdır? Bütün bunların, kitlelerin tepkisini yönlendirmek ve kapitalizmin aşılamayan krizini yeni birikim fırsatları da sunabilecek daha otoriter/savaşçı seçenekler üzerinden aşılmasını gündeme getirmesi de beklenmemeli midir?

***

Türkiye kendi sağ popülizmini dinci/mezhepçi bir otokratik siyasal oluşum üzerinden 2002'den bu yana yaşamaktadır. Her ne kadar bu siyasal oluşumun kendisi, Avrupa'daki ırkçı popülist hareketleri özellikle İslam karşıtlıkları nedeniyle ırkçı faşist olarak damgalamaya pek heveskar olduysa da, etnik ve mezhepsel ayrımcılığı kışkırtan kendi gerçek yüzünün ortaya çıkması çok sürmemiştir. Buna karşın bu dinci popülist hareketin içte ve dışta vesayet kırıcı/demokrasi taşıyıcı bir siyasi akım olarak gösterilmesinden, otokratik/teokratik bir rejim kurucusu olarak algılanmasına geçiş, olması gerekenden çok daha uzun sürmüştür. Bunda, Batı'nın egemen ülkelerinin Türkiye'deki ekonomik çıkarları kadar Türkiye'deki siyasi iktidara içte ve bölge politikalarında istediklerini yaptırabildikleri uzunca dönem de belirleyici olmuştur. (2015 yılına kadar giden dönemde Suriye ve Irak'ta Türkiye'yi araç olarak kullanma, bu arada içeride TSK'yı yıpratma ve ele geçirme, 2016 darbe girişimine hazırlama, vs.).

Bugün bile, Türkiye'nin Batı'ya sunduğu ekonomik/mali imkanlar, Suriyeli göçmenlerin Avrupa sınırlarında bloke edilmesinde oynadığı rol ve NATO içindeki hâlâ stratejik görülen (Rusya'ya kaptırılmaması gereken) konumu nedeniyle henüz vazgeçilmeyen bir ülke durumundadır. Ama mezhepçi/cihatçı dış politikası çöken iktidarın Suriye'deki -hâlâ Esad rejimiyle doğrudan ilişki kurmaktan kaçınan- son dakika manevraları, bu konumunu da riske atacak bir yalnızlaşmaya ve çatışmalara gebedir.

İç siyasetteki totaliter gidişatta ise artık ara menziller tüketilmiştir. Dur durak bilmeyen bir totaliterleşmenin toplumun tahammül sınırlarını zorlamasına, savaş koşullarının bile engel olması güç gözükmektedir.