Ekonomik bunalımın seyri

Ekonomik krizin Haziran 2019’da kritik bir yol ayrımına ulaştığını düşünüyorum. Krizin aşamalarını hatırlatmakla başlayalım. Yol ayrımına böylece yaklaşalım.. 

Kronik kırılganlıklardan güven bunalımına 

2018 ortalarında uluslararası ekonomi dingindir; Türkiye gibi yüksek dış kırılganlık taşıyan ekonomileri tedirginleştirecek bir ortam yoktur. 

Dış gözlemciler, Türkiye ekonomisinin seçim konjonktürü içinde fazlaca ısındığının farkındadır. Yine de ekonominin Haziran’daki Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında “normale” döneceği beklentisi yaygındır. Geçmişte daima böyle olmuş; her seçim sonunda finans kapitalin AKP iktidarına güveni tazelenmiştir. 

Mart 2018’de ekonominin 12 aylık dış finansman gereksinimi (cari işlem açığı dahil) 237 milyar dolardır; millî gelirin yüzde 31’ine ulaşmıştır. O tarihlerde bir Türkiye raporu yayımlayan IMF uzmanları da benzer tespiti yapacak; bir dış borç krizi olasılığına dikkat çekecek; malî disiplin ve sıkı para politikası önerecektir. 

Cumhurbaşkanı ise, “başka telden çalmaya” kalkıştı. Mayıs’ta (ne hikmetse) TCMB özerkliğine, sıkı para politikalarına karşı bir polemik başlattı. Aynı sert söylemi Londra’ya, doğrudan doğruya finans çevrelerine taşıdı. Bu “aşırılıklar”, ekonomiden sorumlu (eski Merrill Lynch uzmanı) Mehmet Şimşek tarafından bir süre “telafi” edildi. Ne var ki seçim sonrasında oluşan yeni kabinede Şimşek’in yerini damat Albayrak aldı. 

Türkiye’nin 237 milyar dolarlık dış kaynak finansmanını üstlenecek çevrelerde AKP iktidarına karşı “güven bunalımı” böyle oluştu.

Güven bunalımından döviz krizine 

2003-2015 yılları, AKP iktidarının, Türkiye ekonomisinin yapısını, işleyişini, büyüme temposunu dış kaynak hareketlerine bağladığı bir dönemdir. Bu bağlantılar, ekonomik yönetimin ana kurallarının finans kapital tarafından belirlenmesini gerektirir.  

“Finans kapital” kimdir? Başta IMF olmak üzere üyesi olduğunuz uluslararası ekonomik örgütler… Dev uluslararası bankalar… Sonra (Moody’s vb.) uluslararası derecelendirme kurumları… New York’tan, Londra’dan astronomik fonları yöneten finansal şirketler… Bunların “ayak takımı” olan yatırım uzmanları… 

“Yükselen” ekonomileri yönetenler, bu çevrede “güven bunalımı” yaratırlarsa ilk tepki dış finansman musluklarının kısılması olur. İlk aşamada sonuç, bir döviz krizidir.   

Türkiye’de de böyle oldu: Ağustos-Aralık 2018’de yabancı sermaye hareketlerinde 4,5 milyar dolarlık “net çıkış” gerçekleşti. Buna “kayıt dışı ve yerli” sermaye hareketlerini ekleyin: Toplam (net) sermaye akımları eksi 10,8 milyar dolardır. Bu iki dış kaynak akımını kriz öncesi (2017’nin aynı beş aylık dönemi) ile karşılaştırın: 20 ve 18 milyar dolarlık net giriş belirleyeceksiniz. 

“Artı” değer taşıyan, yani ekonomiye net giriş gösteren sermaye hareketleri “eksi”ye (“net çıkış”a) dönüşmüştür. Aradaki fark ekonomiyi sarsan dışsal şoku verir: 2017 ve 2018’in Ağustos-Aralık aylarında yukarıda verdiğim yabancı sermaye akımlarını (milyar dolar olarak) karşılaştırın: +20,0 → -4,5… Ulusal ekonomi eksi 24,5 milyar dolarlık bir dışsal şok ile yüz yüze gelmiştir.

Aynı karşılaştırmayı (yerli ve kayıt dışı hareketleri de içererek) toplam sermaye hareketleri için yapınız. +18,0 → -10,8 milyar dolar… Bu büyüklükler de Türkiye ekonomisinin 2018’in son altı ayı için eksi 28,8 milyar dolarlık bir dışsal şok ölçümü verir. 2018’in dolarlı millî gelirinin (kabaca) %3,5’ine ulaşan bir kriz etkeni…

Döviz krizi böyle oluştu. 

Döviz krizi patlak verince iktidar paniğe sürüklendi. Yeni bakan Eylül’de Londra’ya gitti. Finans çevrelerince “eğitildi”. Döner dönmez IMF’nin Türkiye raporundaki önerileri içeren bir Yeni Ekonomi Politikası (YEP) belgesi yayımladı. TCMB politika faizlerini yüzde 24’e çıkardı. Cumhurbaşkanı ekonomik konularda sustu; ama YEP’in McKinsey tarafından denetlenmesini önledi. 

Finans çevreleri, iktidarın TCMB’yi yönetme hevesinin son bulmasından hoşnuttur; ama programdaki kemer sıkma hedeflerinin uygulanmayacağını da bilmektedir. Albayrak, Nisan’da YEP’in “Yapısal Uyum” boyutu üzerinde Washington’da tuhaf bir sunum yaptı; ciddiye alınmadı. 

Esasen geç kalınmıştır. Güven krizi, sonraki aşamalarına geçmiştir. 

Döviz krizinden ekonomik krize…

Döviz fiyatlarındaki sıçrama, yüksek döviz borçlusu şirketleri bunalıma sürükledi. Net döviz pozisyonları yüksek açık veren şirketler öncelikle etkilendi. Mart 2018’de şirketlerin net döviz açığı 221 milyar dolardır; dolarlı millî gelirin yüzde 29’u civarında… Sonunda uluslararası bankalarca “döndürülmesi” gereken bir dış finansman yükü... 

Ödenemediği ölçüde üretime yansıdı; daralma, inşaat sektöründe yoğunlaştı; istihdamı, GSYH’yı aşağıya çekti. İktidar bütçe dışına da taşarak kamu harcamalarını pompalamaya çalıştı; o kadar… Haziran 2019’da bu telâfi yönteminin sınırlarına ulaşıldı. 

Yine de ekonominin küçülme temposu sınırlı kaldı. Altı kriz ayının (Ekim 2018-Mart 2019’un) millî gelir (GSYH) istatistiklerine bakınız: %2,8 oranında düşme gözleyeceksiniz. Bu krizin GSYH ile ölçülen boyutu, on yıl önceki (2008-2009 tarihli) bunalımın gerisindedir: O krizin ilk altı ayında GSYH yüzde 10,7 oranında küçülmüştü. 

İç talep ve üretim istatistikleri 2019’un Nisan-Haziran döneminde de ekonominin daralmakta olduğunu gösteriyor. Sonrası? 

Öngörülerden biri, dokuz ayını şimdiden yaşadığımız ekonomik krizin 2019’da son bulmasıdır. Daha sonrasında (belki de kalıcı olarak) durgunlaşan bir ekonomiye geçiş… OECD,  Türkiye ekonomisinin 2019’da yüzde 2,6 küçüleceğini; 2020’deki büyüme hızının yüzde 1,6’da kalacağını öngörüyor. 

Ekonomik krizden toplumsal bunalıma…

Kriz, millî gelirde yüzde 3’ü aşmayan bir daralma temposu ile “geçiştirilse” dahi, toplumsal sonuçları daha sert olmuştur. İşgücü piyasalarındaki gelişmeler bir toplumsal bunalım tablosu oluşturmaktadır.

TÜİK istatistiklerine bakalım. 15-64 yaş grubunu alalım; reel ekonominin bunalıma girdiği altı ayı kapsayalım. Ekim 2018-Mart 2019’un ortalamalarını on iki ay öncesiyle (Ekim 2017-Mart 2018) ile karşılaştırıyorum. 

En sınırlı (“dar”) işsizlik tanımını kullanıyorum. Altı ayın ortalama işsizlik oranı artmıştır: %10,6 → %13,8. İşsizliğin geniş tanımlı boyutuna, ayrıntılı dökümüne girmiyorum. DİSK-AR’ın Mayıs 2019 İstihdam ve İşsizlik Raporu hepsini kapsıyor. Gençlerin, üniversite diplomalıların güvencesiz işsizliği… Bu umarsız kâbusu yaşayanlar, tanık olanlar bilir. 

Mutlak sayılara bakalım. İşsizlerin son altı aylık ortalama sayısındaki bir milyonun üstünde (1.018.000 kişilik) sıçrama gözleniyor. Trajik bir bulgu…. 

İstihdam artarken işsiz sayısının yükselmesi elbette üzücüdür; ama tek başına ekonomik bunalım anlamına gelmeyebilir: Örneğin 2016-2018’de ekonomi ortalama yüzde 4,7 oranında büyümüş; istihdam artmıştır; ama yıllık ortalama işsizlik oranı %10,5’ten %11,2’ye çıkmıştır. Zira, bu büyüme temposu dahi yetersiz kalmış; işgücüne yeni katılan gençlerin bir bölümüne istihdam sağlayamamıştır. 

Türkiye’nin son durumu bu açıdan daha da ağır bir toplumsal bunalımdır. Zira, istihdam düşmektedir; işsizlik çalışan işçi sınıfına da yansımıştır: Ekim 2018-Mart 2019’da Türkiye’de ortalama istihdam, neredeyse yarım milyon (495.000 kişi) daralmıştır. 

Bugünkü kriz, OECD’nin öngördüğü gibi Türkiye’yi yüzde 1,6’lık bir durağan büyüme patikasına taşımaktaysa, Türkiye’nin toplumsal krizinin kronikleşmesi değil, ağırlaşması gündemdedir: Var olan istihdam düzeyinin dahi sürdürülemeyeceği; işten çıkarmaların yaygınlaşacağı bir Türkiye…

Dış borç krizi gündemde mi? 

Döviz krizini reel ekonomiye taşıyan şirketlerin döviz yükümlülükleri hafifleyebildi mi? Yabancılara dönük yükümlülüklerin karşılanamaması bir dış borç krizi anlamına gelir. Gündemde midir? 

Bu soruyu, uluslararası derecelendirme kuruluşu Moody’s “evet” diye yanıtlıyor. Nedenleri, 14 Haziran’da Türkiye’nin, 18 Haziran’da on sekiz Türk bankasının kredi puanlarını açıklayan gerekçelerde yer alıyor. 

Bu gerekçeleri tartışmayı ileriye bırakıyorum. Mart 2018-Haziran 2019 arasında Türkiye’nin dış kırılganlık göstergelerinin seyrini de aynı çerçevede incelemeyi düşünüyorum. 

Şimdilik kısa bir tespitle yetineceğim: İktidar, bu konuda hareketsizdir. İç borç krizini hafifletmesi beklenen enerji ve gayrimenkul fonları (bildiğim kadarıyla) oluşmamıştır; en azından işlememektedir . 

Bankalar, takipteki ve sorunlu alacaklarını büyük ölçüde kendi başlarına çözmeye çalışmaktadır. Şirketlerin döviz risklerinin önemli bölümlerinin yerli bankalara aktarıldığını gösteren veriler var. Geçmişte, uluslararası banka kredilerini Türkiye’deki şirketlere devretmiş olan bankalarımız, bugünlerde bu kredilerin yenilenmesi, ödenebilmesi çabası içindedir. 

Moody’s’in 18 Haziran tarihli Türkiye notu da bu olguyu vurgulamaktadır. 

Bu tür riskler çözülemezse, Türkiye ekonomisinin yukarıda tartıştığım döviz krizi → ekonomik kriz → toplumsal bunalım → durgunlaşma aşamalarını içeren 2018-2020 güzergâhı aksayacaktır: Dördüncü halkaya dış borç krizi eklenecek; bunalım derinleşecektir. 

Sonrası? Ben bilemem; ama iktidara göre “Allah kerim…”