"24 Ocak Kararları’nın üzerinden 44 yıl geçti ve bugün Türkiye, 100 yılın 44’ünü 12 Eylül karanlığında, 22 yılını ise 12 Eylül’ün içerisinden çıkıp gelen İslamcı iktidarın yönetimi altında geçiriyor."
Marx, çalışmalarının birçoğunda sermayeyi ve sermaye düzenini anlatırken vampir metaforuna başvurmuştu. Örneğin sermaye için “vampir misali, canlı emeği emerek ve ancak daha da fazla emerek hayatta kalan ölü emektir” diyordu. Ya da İngiliz sanayisinden “kan, hatta çocuk kanı emmeden var olamayan vampir” diye söz ediyor, çalışma saatlerinin uzatılması için “vampirin emeğin hayat dolu kanına olan susuzluğunu ancak giderir” tabirini kullanıyordu.
Şilili yönetmen Pablo Larrain Marx’ın bu metaforundan esinlenmiş olsa gerek, son filmi Kont’ta ülkesinin diktatörü Pinochet’nin emeklilik günlerini anlatırken onu bir vampir olarak tasvir eder. Pinochet insan kanı içerek yaşamını sürdüren bir vampirdir ve Fransız devriminden beri hayattadır. Fransız devriminde, Sovyet devriminde ve başka birçok devrimci hadisede karşı-devrimcilerin safında yer aldıktan sonra Şili ordusuna girmiş ve orada Genelkurmay Başkanlığı’na kadar yükselmiş, sonra da sosyalist Allende hükümetini devirerek kendi diktatörlüğünü kurmuştur.
Filmin ilginç anlarından biri vampir Pinochet’nin annesinin kim olduğunu öğrendiğimiz andır: Pinochet’nin de sonradan öğrendiği üzere bu kişi İngiltere’nin neoliberal “Demir Leydi”si Margaret Thatcher’dan başkası değildir. Böylece bu ana-oğul ilişkisi üzerinden diktatörlüklerle “demokrasiler” ve dünyanın geri kalanı ile Batı kapitalizmi arasındaki varoluşsal ilişkiyi de görmüş oluruz.
11 Eylül 1973’te gerçekleşen darbenin ardından ABD’li neoliberal iktisatçı Friedman’ın tilmizlerinin ülkeye çağrıldığını ve Şili’nin neoliberalizm için bir laboratuvar haline getirildiğini, piyasacılığın diktatörlüğünün askeri diktatörlük eliyle inşa edildiğini, bunu ABD’de Reagan ve İngiltere’de Thatcher iktidarlarının izlediğini ve 70’lerin sonlarından itibaren kapitalizmin uluslararası ölçekte neoliberalizm evresine geçtiğini biliyoruz.
Türkiye kapitalizmi de elbette ki bu sürecin dışında kalamazdı ve bizde de piyasanın diktatörlüğü askeri diktatörlüğün kanatları altında kuruldu. Önce 24 Ocak Kararları olarak da bilinen ve ülkenin birikim rejimini değiştirip liberalize eden IMF anlaşması geldi, ardından da gelir dağılımını alt üst edip halkı yoksullaştıracak bu kararların işçi sınıfının bu kadar örgütlü olduğu bir ülkede hayata geçirilemeyeceğinin farkındalığıyla 12 Eylül darbesi yapıldı.
Yönetmen Larrain’in Pinochet ile Thatcher arasında kurduğu varoluşsal ilişkinin bir benzerini biz de Kenan Evren-Turgut Özal ikilisi için kurabiliriz. Evren ekonomiden falan anlamayan cahilin tekiydi ama Özal neoliberalizme iman etmiş, ekonomiyi bilen, yüzü Batı’ya dönük ama aynı zamanda muhafazakâr bir siyasetçiydi. Her ne kadar dönemin başbakanı Demirel olsa da 24 Ocak Kararları’nın mimarı oydu. Darbeyi Evren yapacaktı ama darbenin hemen ardından Özal önce ekonomi yönetimini üstlenecek, sonra da kurduğu partiyle 1983 seçimlerini kazanarak neoliberalizmi ülkeye yerleştiren isim olacaktı.
Tarihte kişiler ve üstlendikleri roller elbette önemlidir ama tarihi anlamak için yapılara, süreçlere ve öznelere birlikte bakmak gerekir. Türkiye 12 Eylül’e doğru giderken, kriz içerisindeki ekonominin liberalleştirilmesi ihtiyacı bizzat sermaye sınıfı tarafından dile getiriliyor ve basınç da tam olarak buradan geliyordu. Örneğin TÜSİAD 1978 yılında Ecevit hükümetine karşı verdiği gazete ilanlarında kapalı ekonomi modelini eleştiriyor ve devletin küçültülüp ekonominin dışarıya açılmasını istiyordu. Özal da buna uygun bir şekilde raporlar, programlar hazırlıyor, ülkenin neoliberal talana açılışına dair sunumlar yapıyordu.
Ancak Türkiye’nin neoliberalizme geçişinde sadece sermaye sınıfı etkili olmadı, Özal’ın da dahil olduğu milliyetçi-İslamcı ve antikomünist bir şebeke bu geçiş sürecinin düşünsel altyapısını hazırladı. Bu şebekenin somutlaştığı yapı ise Aydınlar Ocağı’ydı. Aydınlar Ocağı DP’nin iktidar olduğu 14 Mayıs 1950 tarihine atıfla 14 Ocak 1970’te kurulmuştu. İsim babası Necip Fazıl’dı. Kurucuları ise İlim Yayma Cemiyeti, Komünizmle Mücadele Dernekleri ve Milli Türk Talebe Birliği gibi antikomünist şebekenin en önemli yapılanmalarının içerisinden geliyorlardı. Ayrıca çoğu da Nakşi İskender Paşa Dergâhı’nın mensubuydular.
Aydınlar Ocağı, solun hegemonyasına karşı kurulmuş bir “milliyetçi-İslamcı elitler hareketi”ydi; amaçları solun düşünsel üstünlüğüne karşı bir düşünsel odak kurmak ve sağ partilerin politikaları üzerinden etkide bulunmaktı. 12 Mart’ın hemen sonrasında faaliyetlerini artıran Aydınlar Ocağı, 1974’te Milliyetçi Cephe’nin kuruluşunda önemli bir rol oynamış, MC dönemlerinde özellikle ders kitaplarının yazılması işini üstlenerek müfredata Türk-İslam sentezci bir müdahalede bulunmaya çalışmış, bunda da başarılı olmuştu.
Ama Türk-İslam sentezinin devlet katında kabul görmesi ve Aydınlar Ocağı mensuplarının devletin organik aydınlarına dönüşmeleri 12 Eylül’le birlikte söz konusu olacaktı. Bu dönemde birçok ocak mensubu başta rektörlük ve dekanlık olmak üzere bürokrasinin çeşitli kademelerine atanacaklar, eğitim sistemi de buna uygun bir şekilde giderek daha fazla dinselleşecekti.
Turgut Özal hiçbir zaman doğrudan Aydınlar Ocağı’nın bir üyesi olmamıştı ama onu fikirlerini yayacak bir mecra olarak görmüştü, ayrıca antikomünist şebekenin bütün unsurlarını bir araya getiren bu yapılanmanın Muharrem Ergin, Süleyman Yalçın, İbrahim Kafesoğlu, Mustafa Köseoğlu, Sabahattin Zaim gibi mensuplarıyla ilk gençlik yıllarından beri tanışıyordu. İşte 24 Ocak Kararları da hayata geçirilmeden önce Özal’ın girişimleriyle Aydınlar Ocağı’nda yapılan toplantılarda tartışılmış ve olgunlaşmıştı. Ocağın yöneticilerinden Metin Eriş, kendisiyle yapılan bir mülakatta bunu şöyle anlatıyordu:
"Şöyle söyleyeyim. Bütün bu tedbirler Aydınlar Ocağı’nın bünyesinde yıllardır, aylardır zaten konuşulan şeylerdi. Bunlar 1976’da 77’de, 78’de, 79’da yapılan toplantılar boyunca konuşulmuş konulardı. Kısaca bir birikimin sonucuydu. Tabiatıyla konular gerek ön çalışmalarda gerekse çeşitli toplantılarda başkaca katılımcıların da olduğu ortamlarda müzakere edilmişlerdi."
Velhasıl Türkiye’nin sermayenin çıkarları gereği neoliberalizmle tanışmasının mimarları Soğuk Savaş döneminin antikomünist şebekesinin içerisinden gelen kadrolar olmuştu: Nakşilik, İskenderpaşa Dergahı, İlim Yayma Cemiyeti, Komünizmle Mücadele Dernekleri, Milli Türk Talebe Birliği ve Aydınlar Ocağı, milliyetçi-muhafazakarlıkla piyasacılığı Özal şahsında sentezlemişler, 24 Ocak Kararları’nın alınmasını Demirel’in müsteşarı olduğu dönemde Turgut Özal sağlamış, Evren’in Amerikancı darbesiyle de kararlar hayata geçirilmişti.
Ancak darbeyi yapanlar sınırsız bir piyasacılığın kendi başına yeterli olmayacağını bildikleri için piyasacılığın yanına bir tür “afyon” olarak dinselleşmeyi de eklemişlerdi. Örneğin 1982 Anayasası’na ilkokullar için zorunlu din dersleri konulmuş, başta eğitim alanı olmak üzere tarikat ve cemaatlerin önü açılmış, Arap sermayesinin Türkiye’ye girişine izin verilmiş, “yeşil sermaye”nin palazlandırılması bu döneme başlamıştı.
Aydınlar Ocağı, daha 1978’deki Milliyetçiler III. Büyük İlmi Kurultayı’nda “Milli Eğitim” ve “Din Hayatı” Komisyonları’nı kurarak milli eğitim ve din eğitimi konularını ele almış, 9-10 Mayıs 1981’de, yani 12 Eylül darbesinin ardından ise Ankara’da “Milli Eğitim ve Din Eğitimi Semineri” adlı bir etkinlik düzenlemişti ve Özal da burada yaptığı kapanış konuşmasında şunları söylemişti:
"Geçtiğimiz senelerde insan unsurumuzu tamamlayan eğitimimizde hatalar yapmamış olsaydık, her halde bugün geçirdiğimiz bunalımlarla karşı karşıya gelmezdik… Ümit ediyorum ki bu yapılmış olan ilmi Kurultay, ilmi seminer, bu sahada çalışanlarda, bizlerde, Millî Eğitim Bakanlığı'nda ve diğer ilgililerde gerekli alakayı toplayacaktır. Gerekli tesiri uyandıracaktır. Biz sizlere elimizden geldiği kadar bu hususta yardımcı olacağız. Çünkü inanıyorum ki Türkiye’nin geleceği, moral ve ahlakı yüksek genç nesillerin eseri olacaktır. O nesillerin yetiştirilmesi de sağlam bir milli eğitim ve sağlam bir dini eğitimden geçer…"
Bugün 24 Ocak 2024. Bugün 24 Ocak Kararları’nın ve 12 Eylül darbesinin üzerinden tam 44 yıl geçti ve bugün Türkiye, Cumhuriyet’in 100. Yılını geride bırakırken bu 100 yılın 44’ünü 12 Eylül karanlığında, 22 yılını ise 12 Eylül’ün içerisinden çıkıp gelen İslamcı bir iktidarın yönetimi altında geçiriyor.
Türkiye’nin karşı devrimi belki çok daha gerilere götürülebilir ama bugün, 100. yılda Cumhuriyet’in çöküşünden söz ediyorsak, bu çöküşü en çok 12 Eylül karanlığında, yani piyasacılıkla dinciliğin faşist bir rejim altında sentezlenmesinde aramalıyız.
Bu çöküşün nerede olduğunu gördüğümüzde piyasacılığın karşısına kamuculuğu, dinselleşmenin karşısına laikliği ve faşizmin karşısına halkın bütün siyasal süreçlere katıldığı bir emek iktidarı perspektifini koyabiliriz demektir.
İster Cumhuriyet’in kazanımlarının korunması denilsin ister AKP’yle mücadele ya da başka bir şey, bu saatten sonra Türkiye’yi bu perspektiften aşağısının kurtarması mümkün değildir çünkü.