CHP'nin kendi içinde bir sol kanadın oluşabilmesine bile bu denli direnç göstermesi, olumlu beklentilere fazla alan bırakmıyor.

Siyaseti sola çekmek

Bu yazı, CHP Kurultayı ve yeni Parti yönetiminin çizgisini değerlendirmek amacıyla yazdığım ilk yazım oluyor. Ama önce bir anımsatmayla başlayalım. Kurultay'dan yaklaşık bir ay önce, 3 Ekim 2023 tarihli soL Haber Portalı'nda "CHP Başkan Adayları ve Programları" başlıklı yazımda iki aday adayının, Özgür Özel ile Örsan Öymen'in kamuoyuna sunduğu kısa metinlerden süzülen kimi politika hedeflerini değerlendirmiştim. Özgür Özel ile ilgili bölümü aktarıyorum:

Özgür Özel'in Tutum Belgesi ve Kurultay konuşması

"Özgür Özel öncülüğündeki hareket 'Değişimin Yüzyılı, Yüzyılın Değişimi' başlıklı bir 'Tutum Belgesi' hazırlayarak 15 Eylül'de kamuoyu ile paylaştı. Bu belgeyi okuduğunuzda, Kılıçdaroğlu'nun izlediği çizgiyi de eleştiren bölümler görmenize karşın mevcut sisteme yönelik çok radikal eleştiriler bulamıyorsunuz. Her ne kadar neoliberal politikalar eleştiriliyor gözükse de, bu sadece değinilip geçilen bir konu oluyor. Nasıl ki Kılıçdaroğlu bir yandan neoliberal politikalara karşıymış söyleminde bulunup diğer yandan Mutabakat Metni'nde veya CHP'nin İstanbul'da düzenlediği gösterişli uluslararası sempozyumda neoliberal ambalajlı bir programa angaje olurken hiçbir iç tutarsızlık hissetmiyorsa, Tutum Belgesi de benzer çelişkilerle malul görünüyor. Kaldı ki, İstanbul sempozyumunda boy gösteren parti yöneticileri de Kılıçdaroğlu ile Özel arasında paylaşılmış gözüküyor.

Tutum Belgesi en sert ve haklı eleştirisini Kılıçdaroğlu'nun ifrata vardırdığı ve partinin kurumsal/siyasal denetiminin dışında tuttuğu 'danışmanlık' müessesesi üzerine yapıyor. 39 milletvekilinin Altılı Masa ortaklarına hediye edilmesi de sert bir eleştiriye tâbi tutuluyor ancak burada Özel ve kadrolarının tamamen sorumsuz sayılması güç görünüyor.

Tutum Belgesi kuşkusuz CHP'nin kurucu ilkeleri konusunda daha köşeli bir çizgi izliyor ve laiklik gibi devletçilik gibi ilkeleri de açıkça savunuyor. Ama örneğin devletçilik ilkesinin içi tatmin edici bir biçimde doldurulmuyor.

Bu Tutum Belgesi'ne bir de Kılıçdaroğlu gözünden bakmaya çalışırsak, bir-iki konu dışında Kılıçdaroğlu'nun da bu belgeyi imzalayabileceğini düşünürüm. Hatta Kılıçdaroğlu, Özel hareketinin istediği tüzük-program yenilenmelerine de itiraz etmeyebilirdi; zaten bunların tam uygulanmaması halinde de bir yaptırım doğurmadığını öğrenecek kadar deneyim sahibi olmuş durumdadır nasılsa.

Her şeye rağmen, Tutum Belgesi'nin CHP bakımından daha pozitif bulunmasına bir itirazım olmazdı. Esasen, arada hiçbir programatik farklılık olmasaydı dahi, Özel hareketinin (geçmişin yükünü ve kadrolarını kısmen geleceğe taşıyacak olmasına rağmen) CHP açısından siyaseten daha ön açıcı olacağı da açıktır. Şu iki nedenden dolayı: 

Birincisi, mevcut CHP başkanı ve 28 Mayıs'a kadar yanında taşıdığı kadrosu, siyasi liberalleşme bağlamında gidebileceği yere kadar gitmiş, kendi siyasi tarihini dümdüz eden en cüretkâr hamleleri yapabilmiş (1961 ve 1924 Anayasalarını inkâr edip 1921 Anayasasına demir atmaktan daha cüretkâr hamle ne olabilirdi?) ve ekonomik liberalizm bağlamında mevcut düzenleme rejimine ciddi bir alternatifinin olmadığını kanıtlamıştır. 

Ama ikincisi ve daha önemlisi şudur: Bütün iddialarını tüketmiş, seçmenine söyleyecek sözü kalmamış, koltuğunu korumaktan başka hedefinin olmadığı izlenimini vermiş bir liderin (ve kadrosunun) kitlelere ulaşmasının önünde toplumsal/siyasal bariyerler oluşmuş demektir." 

Kurultay'da Özgür Özel'in 1,5 saat süren adaylık konuşmasının içeriğine bakıldığında, kısa "Tutum Belgesi"nin ötesine geçtiğini ve çok genel düzlemde "sol içerikli" mesajlar vermeye gayret ettiğini saptayabiliyoruz. Ama bunun sınırlarını çizmeye de özel bir özen göstererek. Türkiye'nin Batı kampında konumlanması gerektiğine yaptığı özel vurgu başka nasıl açıklanabilir?

Özgür Özel konuşurken, konuşmasının tematik akışıyla da uyumlu olmayan biçimde, birdenbire Batı/AB ülkeleri ile ŞİÖ ülkelerini karşılaştırmaya girişip, kişi başına gelir Batı'da (AB'de, vs.) 45.000 dolarken Doğu'da 4.500 dolar olduğunu; birincisinde demokrasiler geçerliyken ikincisinde tek adam rejimlerinin/otokrasilerin hüküm sürdüğünü ve üstelik oralarda kamu yöneticilerinin liyakata göre seçilmediğini söyleyip, sonuç olarak bu durumda Türkiye nerede yer almalıdır sorusunu sorması, fevkalade ideolojik, siyaseten içeriksiz ve yanlış bir değerlendirmeydi. (Üstelik benzer karşılaştırmayı Manisa ziyaretinde yeniden tekrarlamasının da gösterdiği gibi, Özel, metin yazarlarını aşan şekilde bu söyleme tutunmaktadır). 
Hem de hiç gerekli değilken, çünkü rakibi Kemal Kılıçdaroğlu'nun AB yanlısı tutumu zaten biliniyor. Diğer yandan Erdoğan da ŞİÖ'ye, Batı ile pazarlıklarında bir koz olarak kullanmaktan öte bir ilgi duymuyor. Batı/NATO yanlısı tutumunu her fırsatta belli ediyor. Siyasal İslamcı kimliğinin katılığı ve dış politikada bazen bir alt-emperyalist güç gibi görece bağımsız davranma hevesleri onun Batı ile mesafesini zaman zaman açıyor gibi görünse de artık herkes onun ABD-AB-NATO ekseninden kopamayacağını anlamış durumda. Burada Özel'in çizgisi, tıpkı Kılıçdaroğlu'nun yaptığı gibi, Erdoğan'dan daha AB'ci/Batıcı/NATO'cu olduğunu göstererek Batı nezdinde daha muteber siyasi seçenek olarak mı temayüz etmek? Eğer öyleyse, geçmiş olsun.

Eğer Özel'in bu basit Batı-Doğu kıyaslaması Türkiye'de sol kanatta güçlenen anti-emperyalist çizgiye (ve kısmen görülen ŞİÖ sempatisine) karşı tavır almak ise, bunun da çok kısır bir tartışma alanı olacağını belirtelim. ŞİÖ gibi ekonomik ve siyasi bakımdan bir entegrasyon oluşturma aşamasına gelememiş ve gelmesi de pek muhtemel olmayan uluslararası kümelenmeleri, olduklarından başka bir yere oturtmanın anlamı yoktur. Tıpkı ŞİÖ'yü yok saymanın, bu örgütlenmeyle ilişki kurmayı reddetmenin de anlamı olamayacağı gibi.

Ama öte yandan, kişi başına düşen gelirler bir yana, sadece Çin'in GSYH'sinin AB'ninkinin toplamından fazla olduğunu ve bunun yalnızca son 40 yılın ekonomik gelişmesinin sonucu olduğunu görmemek de olmaz. Keza, Hindistan'ın da aynı toplam güce gelmek için yıl saydığını da... Kaldı ki örneğin Çin'de liyakata göre yönetici atanmıyor olsaydı bu büyük sıçramalar yaşanabilir miydi? Bir başka mesele de, sömürgeci ve emperyalist Batı'nın, Doğu ve Güney'in kaynaklarını/insanlarını aşırı sömürerek bu denli yoğun bir sermaye birikimine ulaşmış olmasının yok sayılması olurdu. Kaldı ki, CHP bir bağımsız ekonomik kalkınma modeli benimseyecekse, bunu hem kendi tarihsel köklerinde, anti-emperyalist mücadele pratiğinde, hem de o "küçümsenen" Doğu'nun tarihsel kalkınma deneyimlerinde bulmak zorundadır. 

Kaldı ki AB sanki kollarını açmış Türkiye'yi veya CHP yönetimindeki Türkiye'yi bekliyormuş gibi davranılamaz. 1963'ten beri tam 60 yıldır süren Avrupa aldatmacasının da artık sınırına gelinmiş değil midir? Yeni CHP yönetiminden bu konuda da daha cesur adımlar beklemek seçmenin hakkıdır. Çok da korkulmasın, bunun simetrisinde ŞİÖ üyeliği de bulunmamaktadır.

CHP kurultayları demokratik mi?

Tamam, genel merkezin büyük ölçüde belirlediği delege tabanı üzerinde yapılan genel başkan seçimlerinin rakip aday tarafından kazanılmış olması Türkiye açısından alışılmadık bir durum olabilir. Gerçi genel merkezin delege üstünlüğünün bu defa çok belirgin olmadığı da açıktı. Öte yandan evet, mevcut genel başkanın Kurultay kaybetmesi CHP'de de istisnai bir durumdur. (Bülent Ecevit de İsmet İnönü'ye karşı kazanmıştı ama, İnönü aday olmayarak işi kolaylaştırmıştı. Deniz Baykal'ın Altan Öymen'e karşı Kurultay kazanması da ilklerden biriydi, ama Öymen henüz delegeye hâkim değildi). Ancak geçen seçim sonuçları bu koşulları çoktan hazırlamıştı. Büyük düş kırıklığı yaratan son seçim sonuçlarından sonra artık bırakması farz olan bir Parti genel başkanının, ne yapsa kazanamayacağı bir Kurultaydan medet umması, siyaseti fazla zorlaması anlamındaydı. Eğer ucu ucuna kazanabilmiş olsaydı bile, bu, Partisini daha büyük bir başarısızlığa sürüklemek anlamına gelecekti ki delegenin bunun görmemesi mümkün değildi. Demek ki, olması gereken olmuştur.

Peki ama aday adaylarının demokratik yarışına sahne olabildi mi Kurultay? Yanıtın olumsuz olduğu biliniyor. İki aday adayı, İlhan Cihaner ve Örsan Öymen, delgelerin yüzde 5'inin (69'unun) imzasını toplayamadıkları için aday olup en azından fikirlerini ve programlarını Kongre delegeleriyle paylaşamadılar. Delegelerin bu görüşleri dinlemeye ihtiyacı yok muydu peki? Aslında vardı, hem de fazlasıyla. Ama birçoğu bunun farkında bile değildi; veya, iki kişiye ve onların Parti Meclisi listelerine yoğunlaşmış ilgilerinin dağılmasını istemiyorlardı, hatta bunu bir zaman kaybı olarak görüyorlardı.

Ama aslında delegeyi tercih skalasını daraltmaya yönelten bir anti-demokratik uygulamadan bahsetmesek olmaz. Aday sayısını azaltmak için eski CHP tüzüğü yüzde 5 olan delege desteğini yüzde 20 delege imzasına getirmişti; haliyle aşmak pek zordu. Daha sonra bu tüzük hükmü "demokratikleştirildi" ve adaylara imza desteği yeniden yüzde 5'e indirildi. Ancak yüzde 5 alt sınırdı; genel merkez adayları (yani görevdeki genel başkanlar) bir gövde gösterisi olarak tüm delegelerin imzasına talip olmaya yönelince, atılan imzalar peşinen açınlanmış açık oylara dönüştüler. "Açık imza-gizli pusula"; yani tam bir demokrasi karikatürü. Tabii şu tür durumlar çok alışıldık oluyordu: Örneğin mevcut genel başkana 1.100 imza desteği verilmesine rağmen 770 oy çıkabiliyordu; veya son Kurultay'da olduğu gibi 740 imza toplayan Kılıçdaroğlu ilk turda sadece 664 oy alabiliyordu. (Kılıçdaroğlu'nun aldığı imza sayısı belli olduğunda ben kaybettiğini çevreme söylemiştim). Delegenin bir kısmını ikiyüzlü davranmaya iten böyle bir uygulamanın mutlaka değiştirilmesi gerekmez mi?

Peki çözümü var mı? İstenirse var. Önerelim belki faydası olur: En az imza yanında bir de en çok imza koşulu getirirseniz olur biter. Adaylara destek imzaları delegenin yüzde 5'inden az (69 imza), yüzde 6'sından çok olamaz (82 imza) denilirse; bir de imza toplama (ve imzayı geri çekme) işi Kurultay'da görev yapacak bir noter aracığıyla sağlanırsa, Parti içi iktidara yakın durduğunu kanıtlamak için girişilen imza yarışı son bulur.

Bunun bir olumlu dışsallığı da olur: Bu koşullarda delege, adaylaşmak isteyen diğer aday adaylarından da imzasını esirgemez. Yani Öymen ve Cihaner gibi adaylar da Kurultay dinamiğine katkıda bulunabilirler.

Gerçi Örsan Öymen'in de Kurultay'da bir konuşma yaptığı görüldü ama bu, delegelere verilen beş dakikalık konuşma hakkı sınırları içindeydi; tek "demokratik lütuf", Öymen'e delege olmadığı halde bu hakkın verilmiş olmasıydı! Bu arada TV'den izleyenler açısından Kurultay'da çok fazla delege konuşmuş gibi gelebilir ama, temel metin olan Çalışma Raporu üzerinde 16 kişi konuşabildi; Denetleme Kurulu Raporu ve Kurultay Bildirgesi ile birlikte toplam söz alanlar 25 kişi civarında kaldı. Bunlardan sadece ikisi kadın delegeydi.

Son olarak, bir "demokratiklik göstergesi" olarak sunulan çarşaf listeyle Parti Meclisi üyelerinin seçimine gitmek meselesi, anahtar listeler belirleyici oldukça bir aldatmacadan ibaret kalmaktadır. Anahtarlı çarşaf listede, blok listeden daha fazla karşı listeyi delme imkanı var belki ama bu da "birazcık" sınırları içinde.

Sonuç

CHP'nin yüzünü ne kadar "sola" dönebileceği, önümüzdeki zaman diliminde geniş kitleler açısından daha iyi kavranabilir olacak. Ancak CHP'nin kendi içinde bir sol kanadın oluşabilmesine bile bu denli direnç göstermesi, olumlu beklentilere fazla alan bırakmıyor.

Böyle bir siyasi ortamda Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi'nin (THTM) sahneye çıkıyor olması, Türkiye siyasetinin gerçek sol kutbunu yaratabilmek bakımından gerçek bir şans anlamına geliyor. Zamanlaması daha iyi olamazdı. Çünkü bir yandan da AKP dinci-despotik rejimi mevcut tüm hukuki/siyasi normları aşarak faşizan uygulamalarında sınır tanımaz bir evreye geçişin hazırlıklarını tamamlamaktadır. İşte tam da bu koşullarda gerçek bir sol kutbun ete kemiğe bürünerek, halkın tüm kesimlerinden gelecek temsilcileri bir Meclis'te toplayarak ülke gündemine damga vurma zamanı gelmiş demektir.

Not: Bu yazı 9 Kasım günü yazıldığından CHP'deki yönetim değişikliğini dikkate almamıştır.