Uzaklaşıp giden hayal ve gerçek arasındaki Araf’ta yitip gidenin ne olduğunu karar veremez olduğum zamanlar yaşıyorum şimdi.

Seneler

Yıllar ile seneler sözcüğü anlamca aynı olsa da çağrışım açısından çok farklı geliyor bana. “Mutlu seneler” yazardı eskiden yeni yıllarda gönderilen kartlarda. Karlar arasında kırmızı mavi balonlar, bir ağaç, atkı ve bereye sarılmış bir çocuk, bacası tüten minik bir ev… Uzaklaşıp giden hayal ve gerçek arasındaki Araf’ta yitip gidenin ne olduğunu karar veremez olduğum zamanlar yaşıyorum şimdi.

Anlamaya çalışıyorum.

Çocukluğum mu, ilk gençliğim mi, uzaklaşıp yakınlaşan anılarda sevdiklerimin yüzleri mi?

Ve bugün “Fransa meydanları ve sokakları 19 Ocak'ta emekçilerin kitlesel yürüyüşlerine sahne oldu. Hükümetin emeklilik reformuna karşı bütün Fransa'da sokağa çıkan emekçilerin sayısı hükümet kaynaklarına göre bir, alternatif kaynaklara göre iki milyonu geçti. Uçsuz bucaksız görünen sendika kortejlerinin Paris'te Bastille Meydanı'na ulaşması anarşistlerle polisler arasında cereyan eden irili ufaklı çatışmalar nedeniyle akşamı buldu. Gün boyu kızıl insan seli Fransa'nın kentlerini güzelleştirdi. 19 Ocak'ta belki bazılarımıza “Fransa'da galiba devrim oluyor” duygusu veren harika kareler çekildi. Bu sırada “zenginlerin başkanı” soluğu İspanya'da almıştı.”

Annie Ernaux’yu (Eni Erno) okumaya heveslendiğimde henüz Nobel almamıştı, ama eli kulağında olmalı ki ödül sohbetleri arasında duymuştum adını. Bir arkadaşıma sorduğumda, sen kesin çok seversin, demişti. Günceli takip edememenin sıkıntısıyla zaman zaman beni dibe çeken geç kalmışlık sendromunun gölgesinde okumak istedim. Olmadı, neden sonra kitap tadımına pek güvendiğim sevgili Ayla’dan ödünç alarak “Seneler”i ve “Yalın Tutku”yu okudum. “Yalın Tutku” değilse bile “Seneler” derinden etkiledi beni. Annie Ernaux’nun çocukluğundan bugününe değin öz yaşam öyküsü tadında anlattığı yılları, iç konuşmalar eşliğinde Fransa’nın dünü ve bugününe dair belge niteliği taşıyor. Entelektüel solcu bir kadının çocukluğundan başlayarak “oluşma” süreci, 1940 doğumlu yazarın Fransa’nın taşrası ve kenti arasında salınan, işçi sınıfı ile orta-üst sınıflar arasında gezinen, yaşantısına konuk oluyorum ve bu konukluğu çok seviyorum.

Kitapta yazarı tanıtırken pek yerinde bir saptama yapılmış, şöyle deniyor:  “Sınıf atlama, evlilik, kadın özgürlüğü, cinsellik, kürtaj, hastalık, yaşlılık ve ölüm gibi meseleleri kendi deneyimleri üzerinden aktarırken arka planda daima toplumsal yaşam ve onu oluşturan kültürel, siyasi, tarihi olaylara yer vererek “toplumsal bellek” yazını nitelenebilecek eserlere imza attı.”

Hakikaten kendini “oluşturma” sürecinde 1940’ların ikinci yarısından bugüne iç içe, art arda, uzamsal, mekânsal, çağrışımsal bir bütün hâlinde akan bir hayat var. Fransa’nın siyasi ve kültürel hayatı, maddi koşullara eşlik eden ve bunların şekillendirdiği öznelliğin merkezinde kendi kendine söyleşirmiş gibi anlatan bir kadın var.

Zamanı ya da zamanın ruhunu anlamaya çalışan bir kadın bu.  Birbiri ardına ve bitimsiz şekilde üzerine boca edilen yaşantıların, dayatmaların, zorunlulukların, sıkışmışlığın, değişen dünyanın, sığlıklardan derinliklere gel gitlerin zamanını yakalamaya, tanımlamaya, anlamaya, kendini bu akışkan ve tekdüze akışta diri tutmaya, boğulmamaya adamış bir kadın bu.

Bu hikâye öte yandan şu imgeden doğuyor: “Bütün görüntüler yok olup gidecek.” Bir film afişi, bütün gün mırıldandığımız şu şarkı, nedenini bilmediğimiz neşe, bir bebeğin gülen yüzü… Ne kadar tanıdık… Hissettiğim, işte dilimin ucundaki…  “Günün birinde biz de çocuklarımızın anılarında, torunların ve henüz doğmamışların arasında belireceğiz. Hafıza da cinsel arzu gibi, hiç durulmuyor. Ölmüşlerle hayattakileri, gerçek varlıklarla hayalî olanları, rüya ile hikâyeyi iç içe geçiriyor.”

Çocukluk ve çocukluğa ait imgeler, anılar, sesler, sözcükler,  uçuşan, belli belirsiz ışık tozları… “Evlerde ne var ne yok, hepsi savaştan önce alınmıştı. Tencerelerin dibi kararmış, sapları düşmüş, kap kacakların emayesi dökülmüştü, delinen ibriklere suyu sızdırmasın diye tahta parçası sıkıştırılırdı. Ceketler, paltolar onarılır, gömleklerin yakası tersyüz edilir, eskiyen bayramlıklar gündelik kıyafet yapılırdı. Boylarımızın uzamaya devam etmesi, bir şerit kumaş ekleyerek etek boylarını uzatmak, her sene bir numara büyük yeni ayakkabı almak zorunda kalan annelerimizi yılgınlığa sürüklerdi. Yazı hokkası, Lefranc boya kutuları, pötibör bisküvi paketleri, her şey bir işe yaratılırdı. Hiçbir şey atılmazdı.”

Zihin durmuyor hakikaten. Stefan Zweig’ın yıllardır unutmadığım, ara ara hatırlayıp, ah nerede o kitap diye aranıp durduğum, “Dünün Dünyası” da benzer biçimde ama Ernaux’dan bir savaş öncesini yani I. Dünya Savaşı zamanını anlatır. Otobiyografik ögelerin nesnellikle harmanlandığı, inanılmaz çılgınlıkla yoğrulan, her şeyin anlamsızlaştığı, değersizleştiği, başka türlü bir akışın, başka türlü bir yaşantının inanılmaz şaşkınlık uyandıran bir tarzda ilerlediği bir zaman dilimidir bu… Oysa savaş öncesi nasıl bir güven vardır sahip olunan her şeye…

Zweig şöyle yazar:

“Avrupa halkları arasındaki savaşlar gibi, barbarlığa geri dönüşlere, cadı ve hayaletler gibi inanılmıyordu. Babalarımız ısrarla hoşgörü ve uzlaşmanın şaşmaz, bağlayıcı gücüne olan güvenle yoğrulmuşlardı. Onlar dürüstçe, milletler ve mezhepler arasındaki farklılık sınırlarının giderek ortak insani olana açılacaklarını ve böylece bütün insanlığın en yüksek değerleri olan barış ve güvenliğe dönüşeceklerini düşünüyorlardı.”  Savaş zamanlarında, devrim zamanlarında belli ki farklı bir zaman kavrayışı, farklı bir uzam algısı var.

Başka bir zamanda yaklaşık 45-50 yıl sonra Fransa’nın taşrasında doğmuş bir işçi kızı şunları yazıyor olacaktı. “ Yoksulluktan kurtuluş yolu olmanın ötesinde, üniversite eğitimini onda acıma duygusu uyandıran, önü tıkanan, durağanlığa mahkûm edilen kadınlık durumuna karşı mücadele için de ayrıcalıklı bir araç olarak görünüyordu. (…) Evlenmeye de çocuk doğurmaya da hiç niyeti yoktu, annelikle entelektüel dünyanın birbiriyle bağdaşmadığını düşünüyordu. Her halükarda kötü bir anne olacağına emindi zaten.” Ve elbette kapitalizmin yerleşmesiyle “Şeylerin bolluğu, fikirlerin kıtlığını ve inançların aşınmasını gizliyordu.” Üstelik, “Ogino takvimindeki bir anlık dikkatsizliğin de katkısıyla kendimizi evlenmiş ve kısa süre sonra da anne ve baba olmuş buluyorduk. (…) Dolayısıyla televizyon satın alınır, böylece sosyal entegrasyon işlemi de tamamlanır. Pazar öğleden sonraları Gökyüzü Savaşçıları ve Tatlı Cadı seyredilir. Zaman, mesai, kreş, banyo, çizgi film saati, cumartesi alışverişi arasında bölüştürülüp düzene sokuluyor, mekânsa giderek daralıyordu. Düzenin mutluluğunu keşfediyorduk. Kişisel projelerin –resim, müzik yapmak, yazmak –gitgide uzaklaştığı görmenin getirdiği melankoli, aile projesine katkıda bulunmanın tatminiyle telafi ediliyordu.”

Ne kadar tanıdık değil mi?

Ortak hafızayı inşa etmek… Buradan, kilometrelerce uzaktan, yaklaşık bir kuşak öteden, Annie ve Stefan o kadar uzak değil yine de. Kitabın ikinci yarısındaki Fransa’nın daha yakın tarihi ve entelektüellerin zor seçimi haftaya kalsın. Zamanın atlamaları, iç içe geçişleri, çağrışımları büyüleyici. Yekpare bir zamanı oluşturmuş bir sürü zaman tozanları, anı parçaları ortak bir tarihi işaret ediyor. Büyük insanlığın küçük ama biricik tarihi bu… Sol yanımdaki anısı güzel Mehmet Bozkurt’un bıraktığı boşluk içimi acıtıyor. Tüm gidenlerin ve iz bırakanların bize emanet ettiği bir fısıltı, bir ortak gülüş, bir göz kırpış.

Yine de her şey yarım mı?

Hamiş: Annie Ernaux güzel bir Nobel konuşması yapmış. Doğrusu kendi üzerime de alındım. Bir bölümünde şöyle diyor:

"Bana bu olabilecek en kıymetli edebiyat ödülünün verilmesiyle, yalnızlık ve şüphe içinde sürdürülen yazma eyleminden ve kişisel araştırmadan oluşan çalışmaya parlak bir ışık tutulmuş oluyor. Bu ışık benim gözümü kamaştırmıyor. Bana verilen Nobel ödülünü kişisel bir zafer olarak görmüyorum. Bu ödülü kolektif bir zafer olarak görmem ise ne kibirden ne de tevazudan. Ödülün onurunu; cinsiyetleri veya toplumsal cinsiyetleri, ten renkleri ve kültürleri ne olursa olsun; herkes için daha çok özgürlük, eşitlik ve insan onuru umudu taşıyan herkesle ve kâra aç bir azınlığın, hayatı tüm halklar için giderek daha yaşanmaz hâle getirdiği bir dünyayı ve gelecek nesilleri korumayı dert edinenlerle paylaşıyorum." (Tamamı https://parsomenedebiyat.com/2022/12/10/annie-ernauxnun-nobel-konusmasi/ )