Çocukluğum Malatya-Adıyaman-Gaziantep üçgeninde geçti; şimdi üçü de yıkıldı. Bazen yazılarımda kullanırım, yine kullanayım: Bir insanın vatanı çocukluğudur. Vatanım şimdi molozlar altında.

Molozlar altındaki çocukluk

Adıyaman’ın Kâhta ilçesine bağlı eski adıyla Eski Kâhta köyünde doğdum, şimdiki adı nedir bilmiyorum. Orada durumun pek kötü olduğu haberini aldım. Nemrut’un dibinde bir köydü. Ben pek hatırlamıyorum, çünkü köy öğretmeni olan babam ile köy ebesi olan anamın tayinleri pek küçük iken Adıyaman’ın Besni ilçesine bağlı Tetirli köyüne çıkmış. 6-7 yaşına kadar orada yaşadım. Okula orada başlamıştım. İlk öğretmenim babamdı, beş sınıftan öğrencileri aynı sınıfa toplar ders yapardı. Tek öğretmendi köyde. Tetirli’nin (değişen idari yapı ile birlikte Besni’nin mahallesi olmuş galiba) de kötü durumda olduğunu duydum. Köylerde geçen ömürden sonra anam ile babamın tayinleri Adıyaman merkeze çıktı. O zamanki adıyla doğum hastanesinin dibinde oturduk yıllarca. Ben adı Devrim İlkokulu olan okula devam ettim. Ben bitirmeden 12 Eylül faşizmi geldi. Okulun adı da 12 Eylül İlkokulu oldu, dalga geçer gibi. O okulun bulunduğu mahallenin ve oturduğumuz evin oraların nerdeyse tamamen çöktüğünü öğrendim (gerçi rantçı kentsel dönüşüm pek değiştirmişti, gidince tanıyamadım). Sonra ben ortaokula başladığımda Gaziantep’e taşındık. Ankaralı yıllar başlayıncaya kadar Gaziantep’te yaşadım.

Babam Malatya Doğanşehir ilçesine bağlı Topraktepe köyünden, anam ise Malatya Hekimhan ilçesine bağlı Güzelyurt beldesinden gelmedir. Çocukluğumda yaz tatillerini ikiye bölerdik, bir bölümünü Toraktepe’de kalanını ise Güzelyurt’ta geçirirdim. Şimdi Topraktepe nerdeyse yok olmuş diyorlar. Güzelyurt ile ilgili bir bilgiye ulaşamadım henüz, ama durum orada da kötüdür herhalde. Geniş ailem içinde pek çok Pazarcıklı ve Elbistanlı vardı; şimdi Elbistan ve Pazarcık tarumar olmuş durumda. Hem baba tarafı, hem de ana tarafı pek fukara olduğundan pek çok kuzenim ya Antep’te ya da Adana’da işçi sınıfının saflarına katıldılar. Hem Antep hem de Adana pek kötü vuruldular. 

Çocukluğum Malatya-Adıyaman-Gaziantep üçgeninde geçti; şimdi üçü de yıkıldı. Bazen yazılarımda kullanırım, yine kullanayım: Bir insanın vatanı çocukluğudur. Vatanım şimdi molozlar altında. Çok ama çok üzgünüm, çaresiz ve kızgınım. Çocukluğum yok oldu. 

Bir baba ölüp gitmekte olan ve sadece kolları dışarıya sarkan kızının elini tutarak oturmuş göçüğün dibinde. Saatlerce eli bırakmadan oturmuş. Nasıl bir çaresizliktir tahmin bile edemem. Bina kağıt gibi yığılmış yere; çok garip bir görüntü. Eğer kolonlar biraz sağlam olsa idi binanın yana doğru devrilmesi gerekirdi değil mi? Ancak şimdi içimizi burkan diğer görüntülerdeki gibi bina sadece kat zeminleri sağlam kalan ve zeminlerin kolonları öğüterek üst üste çökmesinden oluşan garip ve şekilsiz bir yapıya dönüşmüş. Baba oturmaya devam etmiş, ölümü bir türlü kabullenmek istememiş. Bir diğer baba, elinde bir paket bisküvi. Eline tutuşturmuşlar, başka bir şey yok ki yiyecek. Ama yiyememiş. Enkaz altındaki çocuklarım çıkar da onlara veririm diye beklemiş. 

Bir yere vinç ve inşaat makinesi getirmişler; ama operatör yok. Başka bir çöküğe yardım ekipleri gelmiş ama vinç ve makine yok. Bir diğerine iki gündür kimse uğramamış. Hatay’dan bir cadde, boydan boya karşılıklı yıkılmış binalar. Yıkıntılar yolu kapatmış; binalardan haykırışlar ve bağırışlar duyuluyor. Ama kimse yok…Bir baba çocuğunun ölü bedenini battaniyeye sarıyor, sarmalıyor. Gözyaşı yok, hissizleşmiş. Bir cadde kenarında sekiz ceset, sarıp sarmalanmışlar. Kimse onlarla ilgilenmiyor. İki adam ortalarına sarıp sarmalanmış bir cesedi almışlar, motosiklette gidiyorlar, normal bir şeymiş gibi. Ne yapsınlar, başka bir yol yok. 

Ekmek yok, su yok, elektrik yok, barınma yok, ısınma yok, sadece fiziksel olarak insani bütünlüğünüzü korumaya gerekli hiçbir şey yok. Ve doğanın da merhameti yok; eksi derecelerde bir hava. Bir çocuğun cesedi çıkmış, kaskatı; donmuş. “Türkiye bir deprem ülkesi”, “Son bilmem kaç yılın en büyük felaketi” kelamlarından nefret eder olduk. Madem öyleydi de ey iktidar sahipleri, ey servet sahipleri, ey güç sahipleri, bu kadar iktidarı, bu kadar serveti ve bu kadar gücü deprem sadece sizi vurmasın diye mi biriktirdiniz? 

“Aslında öldüren deprem değildir…” diyerek başlayan umarsız, duyarsız bir şey söylemeyeceğim. Bir bina yapmışlar, daha iki yıl önce bol caf caflı bir promosyon yapmışlar, oldukça, hatta korkunç derecede dayanıklıdır depreme diye. Kağıt gibi yıkılmış kat zeminlerinin arasına sıkışmış canları da yiyerek. Bir özel hastane yapmışlar, bir mala dönüştürdükleri sağlık hizmetini bol paraya satsın diye, kağıt gibi çökmüş. İnsanları kurtarsın diye inşa edilen bina insan eti yemiş. Şimdi tüm kurtarma ve yardım işini havale ettikleri devlet kurumuna bina yapmışlar, bir şey olduğunda müdahaleyi yönetsin diye. Yemin olsun her şeye karşı dayanıklı demişler, kağıt gibi çökmüş hiçbir yere ve hatta kendine bile müdahale edemeden. Yol yapmışlar belki bir şey olursa yardım kolayca ulaştırılabilsin diye, yol kırılmış, eğilmiş bükülmüş, kendine bile yardım edememiş.

Bir site yapmışlar insanlara ev olsun umut olsun diye, umudu bolca yüksek meblağa satmışlar insanlara. Dört bloklu, dördü de çökmüş. Ev mezar olmuş. Evleri yapanlar iyi yaptık demişler, denetim firmaları düşünmeden çakmışlar imzaları vallahi de billahi de dayanıklı diye. Sabah 04:17’de dördü birden çökmüş. Bir bina yapmışlar, lüks ve gösterişli. Adına rezidans demişler, içinde yaşayacak olanlar sıradan olmadıklarını, seçkin olduklarını sansınlar diye. Kağıt gibi çökmüş, ölüm çok sıradan bir şekilde hem de seçmeden gelmiş. Sıradışılık ve seçkinlik vaat eden firma mı; işte o yüzde bilmem kaç yüz kâr etmiş.

Şimdi insanlar akın etmekte oralara, vicdan sahibi iyi insanlar, yürekli insanlar. Ama nereye gideceklerini bile bilmez haldeler. Planlama kavramını o kadar tu kaka ettiler ki planlama yapacak akıl bırakmadılar. Sıra dışı bir şey olduğunda apışıp kalan sıradan bir akılsızlık yarattılar. Bu akılsızlık öldürüyor göçüklerde hala yaşamakta olanı ve inadına yaşayanı. İnsanlar, vicdan sahibi mert insanlar her şeylerini yüklüyorlar kamyonlara tırlara; ancak bu kamyonlar ve tırların nereye nasıl yönlendirileceğini bile bilmiyor bu akılsızlık. Bir yanda giderek artan miktarda yardım, diğer yanda yardımsızlıktan ölen insanlar. Ne yaman çelişki!

Daha birkaç hafta önce yazdık konut sorunu diye. Yaptılar ve sattılar, yapıp sattıkları için pohpohlandılar. Yaparken nasıl yaptın diye kimse sormadı. Soracak olanlar da sormadıkları için nemalandılar. Ortaya çirkin, yaşanması zor, kent suretinde köyler çıktı, milyonluk , yüzlerce binlik. Üstelik yaptılar ve sattılar ama derde derman olmak bir yana derdi büyüttüler. Ev bu sistemde en büyük yokluk kalemine dönüştü. Bir yandan yaptılar ve sattılar, bir yandan eve aç, barınmaya aç kitleleri büyüttüler. Bu açlıkta zavallı sıradan halk bulabildiği ve gücünün yettiği her türden ev müsveddesine sarıldı. Kimse sormadı nasıl yapıldı nasıl dikildi diye. Çareleri yoktu, içlerine girdiler ve ölüm uykusuna yattılar. 

Sorsan hepsi denetimden geçti, hepsi onandı. Sorsan hepsinde yeterli malzeme kullanıldı, hepsi yeterlilik aldı. Kim verdi, neden verdi? Verenlerin ve verecek olanların binaları yıkıldı yahu. Böyle rezalet olur mu? Felaketi siyaset konusu yapmayın diyenler, sizler bilin ki toplumsal bir felaket siyasetin ana konusudur. Bu sorunun çözümü teknik bir mesele değil ki. Şimdi felaketten sonra televizyonlara çıkarak ben iki üç yıldır bu konuda uyarıyordum diyen iyi niyetli ve dirayetli deprem bilimcilere duyurulur. Onlar ahlaklı ve sorumlu davrandılar; ama sorunun çözümü basit bir teknik bir mesele değil sevgili hocalarım. Sorunun çözümü toplumsal düzeyde gerçekleşmeli. Şimdi ders aldık diyecekler ve ders almış pozlarına girecekler; ne zamana kadar, bir sonraki büyük afete ve yok oluşa kadar. Siz sevgili hocalarım erdemli bir şekilde işinizi yapıyorsunuz, ama anlayın; bu basitçe yapı denetimleriyle, deprem yönetmenlikleriyle, afet planlarıyla çözülecek bir iş değil. Bu toplumsal bir dönüşümle çözülecek bir iş.

Üzgünüm, kızgınım ve çaresizim. Yardım ediyoruz sadece. Çaresizliğimizi bir nebze gidermek ve vicdanımızı bir parça rahatlatmak için. Oysa vicdana ve iyi niyete gerek duyulmayacak bir toplumu inşa etmeliyiz. Doğa bildiğini okur, bu olacak yine gelecekte. İşte o an geldiğinde yardıma ve vicdana ihtiyaç duyulmayan toplumsal bir sistem kurmalıyız ki olduğunda hazır ve nazır olmalıyız. Ölmüş kızının elini tutan ve hiç bırakmayan baba, çocuğunun bedenini battaniyeye saran baba, babasının ve anasının bedenlerini bekleyen evlat, soğuktan titreyen depremzede, saygıyı hak etmeyen yöneticiye bir iş makinesi için yalvaran vatandaş, tabut gibi evlerden kâr eden soysuzlar, bu soysuzlara yardakçılık edenler; bunların yok olacağı günler gelecek elbet. Gelmesi gerek; yoksa bu barbarlık, bu vahşet, bu çaresizlik ve bu keder içinde yok olup gideceğiz.