Kayyım yönetim anlayışına son vermeden üniversitelerin olsun, belediyelerin olsun tüm devlet kurumlarının, bilimsel, demokratik ve toplum yararına hizmet vermelerinin zor olduğunu görmek gerekiyor.  

Kayyım dekanı meşrulaştırma çabası!

Boğaziçi Üniversitesi (BÜ) kayyım yönetimi, üniversitenin ‘Kamusal İletişim Ofisi’ni kullanarak, BÜ Eğitim Fakültesi kayyım dekanını (Prof. Dr. İrfan Erdoğan’ı) meşrulaştırma girişiminde bulunmuş. Kamusal İletişim Ofisi aracılığıyla, 18 Ağustos 2022 günü BÜ’nün web sayfasında, kayyım dekanın bir dergide yayımlanmış konuşmasına yer vermiş. Bu konuşma, “Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. İrfan Erdoğan: “Eğitimde reform çabalarında bir kısır döngü yaşanıyor’” başlığıyla sunulmuş. 

Bu paylaşım BÜ kayyım yönetiminin BÜ bileşenlerine yabancılaştığını bir kez daha gösteriyor. Çünkü 1) BÜ bileşenleri kayyım dekanı, ‘dekan’ olarak benimsemiyor ve kabul etmiyor; 2) Bu söyleşi ‘Eğitim Tercihi’ dergisinde yayımlanmış. Kayyım dekan 2015’e kadar bu dergide yazı yazmış. Bu derginin bir diğer yazarı da yabancı değil Prof. Dr. Ziya Selçuk: Talim ve Terbiye Kurulu (TTK) başkanlığında kayyım dekanın selefi, 2018-2021 yılları arasında AKP’nin eğitim bakanlığına getirdiği kişi. Dolayısıyla bu dergi AKP’ye yakın bir dergi. Derginin AKP’ye yakınlığı, dergi çalışanının kayyım dekana çanak sorular sormasından ve örneğin, “Son olarak yaklaşık beş aydır görev yaptığınız Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi dekanlığı ile ilgili olarak da söylemek istediğiniz bir şey vardır eminim” demesinden de belli oluyor.

Kayyım dekan da, içinde bulunduğu tanıdık ve yandaş ortamda istediği gibi atıp tutuyor. Öyle ki atıp tutarken, iki yıl kadar TTK başkanı olarak AKP’ye hizmet ettiğini ve de AKP’nin eğitimde gerçekleştirdiği gerici dönüşümlerini ya desteklediğini ya da o konularda sessiz kaldığını unutuyor. 

Bu arada TTK başkanıyken yaptıklarını övüyor ve örneğin, “Ölçme değerlendirme işleyişine varana kadar çok önemli değişiklikler yapmıştık. Öğrencilerin dershanelerden okula dönüşünü sağlayıcı adımlar atmıştık” diyor. Tabii ki başkan olarak icraatları konusunda desteksiz atıyor. Örneğin onun getirdiği bir yenilik ortaöğretime geçişte uygulanmasına başlanan Seviye Belirleme Sistemi’dir (SBS). SBS, dershaneye gidişi önleyecek söylemlerle uygulamaya konmuşsa da, uygulamaya geçildiği anda dershaneye gidenlerin sayılarında büyük bir artış olmuştur (bkz. AKP iktidarında eğitim, Ütopya Yayınevi 2013). Ayrıca başarı dediği SBS, işlemediği için ancak iki yıl kadar kullanılıp uygulamadan kaldırılmıştır. Bu arada TTK başkanı olarak SBS’de din kültürü ve ahlak bilgisi (DKAB) dersi ile yabancı dilden de soru sorulması uygulamasını başlatarak büyük bir haksızlığa imza atmıştır. SBS gerçekte övünülecek değil utanılacak bir sistemdir. Çünkü DKAB dersi Sünni-Hanefi-Vahabi anlayışını işleyen bir ders niteliğinde olduğundan, bu dersten seçme sınavında soru sorulması, bir yandan bu inancın herkese öğretilmesi ve öte yandan da Sünni-Hanefi-Vahabi anlayışında olmayanların liseye geçişlerini engelleme anlamına geliyor. Seçme sınavında yabancı dilden soru sorulması da, yoksul oldukları için devletin önem vermediği okullarda okumak zorunda kalıp yeterince yabancı dil öğrenemeyenlerin önünü kesmek anlamına geliyor. Üstelik kayyım dekanın başlattığı bu uygulama yükseköğretime geçiş sınavında da uygulanıyor ve AİHM “DKAB dersi zorunlu ders olamaz” kararını vermiş olsa da günümüzde de devam ediyor. Eğitimde fırsat ve olanak eşitliği ile laiklikten yana olanlar, bu uygulamadan övünç değil utanç duyuyor. 

Kayyım dekanın konuşmasında eğitimin genel durumuyla ilgili olan şu sözler dikkat çekiyor: 

  • … özellikle son çeyrek asırda eğitimle ilgili neler yapıldı? … merkeziyetçilik daha da arttı. Eğitimde tekel aynı şekilde daha çok yaygınlaştı. Eğitimde tek tipleşme yaygınlaştı. İşte bu süreçte öğretmen de öğrenci de özgürlüğünü kaybetti. Aynı şekilde eğitimde özgünlük de azaldı. Eğitim daha çok kalıplandı. Yani eğitimde özgürlük azaldı.
  • Sistem belli boyutlarıyla devamlı olarak yetersiz ve zayıf görülmektedir. Akabinde değiştirilmek üzere zorlanmaktadır. Mesela öğretmenin yetersizliğinden bahsedilmektedir; ardından öğretmen eğitimi önerilmektedir. Programların ve ders kitaplarının yetersizliğinden bahsedilmekte; ardından bunların değiştirilmesi istenmektedir.
  • Eğitimde değişimin çok sık gündeme gelmesi her şeyden önce eğitim kültürünü zayıflatmıştır. Eğitimin sıkça değişme durumunda kalması kurumsallaşmayı engellemektedir. Oysa eğitim, kurumsallaşma ile var olur. Eğitimde reform çabalarında bir kısır döngü yaşanmaktadır.
  • Öğretmeni geliştirme adına atılan adımlar bir şekilde öğretmenin özgürlüğünün kısıtlanmasıyla sonuçlanmaktadır. Bu nedenle öğretmenle ve öğretmenlikle ilgili önerilere de dikkat edilmelidir. Bu uğurda atılan adımların öğretmenliği belli ölçülerde mekanikleştirdiği nesneleştirdiği unutulmamalıdır.

Bu açıklamalar, eğitimin genel durumuyla ilgili olsa da, kayyım dekanın yandaşı olduğu iktidara verdiği örtülü mesaj olarak da algılanabiliyor. Dile getirilen örtülü mesajlar biraz da, “TTK başkanlığı yapmış Z. Selçuk’u eğitim bakanlığına getirdiniz, istediğinizi elde edemediniz, bakan olma sırası bana gelmedi mi” anlamına geliyor. 

Kayyım dekan konuşmasında, BÜ ile ilgili olarak bu “… üniversite ilk kurulduğu yıllarda Türkiye’de bir üniversite olarak var olmuştur. Bu var oluş felsefesinin değişmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu manada Boğaziçi Üniversitesi’nin ‘Türkiye’de bir üniversite’ olmanın ötesinde ‘Türkiye’nin bir üniversitesi’ olması için atılacak önemli adımlar vardır” diyor. Kayyım dekanın söyledikleri içinde bu ifade, ‘zurnanın zırt dediği yer’ oluyor. Bu noktada kayyım dekana şu ve benzeri soruları sormak gerekiyor: 

  • Bu lafları söylemeden önce aynaya bakıp “Ben kimim” dediniz mi?
  • BÜ geçmişte ‘kutlu doğum haftası’ düzenlemediği için mi, akademik gelenek ve görenekleriyle laikliğe sahip çıktığı için mi ‘Türkiye’nin bir üniversitesi’ olamadı?
  • BÜ Türkiye üniversitesi değil de Patagonya üniversitesi mi?
  • 1972 yılından bu yana, 50 yıldır Türk akademisyenler tarafında yönetilen bu üniversite ‘Türkiye’nin bir üniversitesi’ değil de, 10-15 yıl önce bir bina iki üç profesörle kurulmuş olan üniversiteler mi ‘Türkiye’nin bir üniversitesi?’
  • Çoğunlukla giriş sınavlarında ilk bin sıranın içinde olanların girdiği BÜ ‘Türkiye’nin bir üniversitesi’ değil de, 1.200.000’ninci 1.400.000’inci sıradaki öğrencilerin girdiği üniversiteler mi ‘Türkiye’nin bir üniversitesi?’
  • En başarılı öğrenciler ‘Türkiye’nin bir üniversitesi’ olmadığı için mi BÜ’ye başvuruyor.
  • Türkiye üniversitesi olması için, üniversite bilime, sanata, hukuka, laikliğe değil de iktidarın isteklerine mi öncelik vermeli?
  • Türkiye üniversitesi olması için, 30 yıldır kendi yöneticilerini seçen üniversite, istemediği ve de yandaş kayyımlarla mı yönetilmeli; akademik gelenek ve görenekler hiçe mi sayılmalı, gençlerin eğlencesine, kulüp etkinliklerine, demokratik gösterilerine, … karşı mı çıkılmalı; kadrolaşıp keyfi olarak kimi birimler kapatılmalı ve kimi akademisyenlerin ders vermesi mi önlenmeli? Keyfi bir kararla ve kurumun hafızasını yok etmek için üniversitenin ‘Arşiv ve Dokümantasyon Merkezi'ni mi kapamak gerekiyor?
  • Yoksa BÜ, 

        ◦ şeriatçı Müslüman Kardeşlerin lideri Mursi’nin idamının durdurulması için Mısır Müftüsüne mektup yazmayan; 
        ◦ ‘Barış Bildirisini’ imzalayan akademisyenlerini üniversiteden atmayan; “Cumhurbaşkanına itaat etmek farz-ı ayndır” ya da “Helal olmayan katkıları içeren ilaçların inançları tehdit ettiğini” söylemek gibi veciz açıklamalarda bulunan
rektörler tarafından yönetilmediği için mi ‘Türkiye’nin bir üniversitesi’ olamadı?

BÜ’nün ve dolayısıyla üniversitelerimizin bir talihsizliği bu tür kayyımlar tarafından yönetilmesi oluyor. Kayyım yönetim anlayışına son vermeden üniversitelerin olsun, belediyelerin olsun tüm devlet kurumlarının, bilimsel, demokratik ve toplum yararına hizmet vermelerinin zor olduğunu görmek gerekiyor.  

[email protected]