TBMM erken seçim kararı almazsa, RTE'nin adaylığı bugün veya yarın şaibeli (Anayasa dışı) duruma düşebilecektir.

İlginç zamanlar

İlginç zamanlardan geçiyoruz. Gerçi "ne zaman ilginç olmadı ki?" de denilebilir. Her dönemin ilginçliği kendine göre elbette. Sadece zaman göre değil, mekana göre de "ilginçlik" ölçütü değişiyor kuşkusuz. Bizim burada mekan olarak alacağımız coğrafya Türkiye; zaman olarak da 2021 yılı, hatta son aylar diyelim.

Gözlemlediğimiz temel mesele, siyaset alanının giderek sıkışmakta olduğudur. Bunun Türkiye'de siyasetin (parlamenter yenilenmenin) olağan çevrimiyle uyuştuğunu daha önceki yazılarımızda belirtmiştik. Bu çevrim dört yıldır. (Tek istisnası 2002-2007'deki beş yıllık yasama dönemidir). Birçok ülkede de olduğu gibi aslında. Daha fazlasını "genel seçme hakkı"nın olduğu ülkeler pek kaldıramıyor. Türkiye'de de iyi kötü bir alışkanlığı oluştu. Gerçi şimdiki otokratik iktidar yapılanması bundan tümden kurtulmak istiyor da olabilir; ama buna gücü yok. 

Buradan bakılınca, 2022 yılında genel seçim ve cumhurbaşkanı seçimi yapılmasının (birlikte yapılmaları anayasal zorunluluk) bir "erken seçim" olarak adlandırılması bile ancak hukuken mümkün, siyaseten değil. Hukuken de bu sürenin ilk fırsatta dört yıla indirilmesi beklenebilir. Yerel yönetimlerde beş yıllık sürenin korunması ise işin hizmet doğasına daha uygundur. Cumhurbaşkanının süresi ise ayrı konudur, doğrudan halk tarafından seçilip seçilmediğine bağlı olarak değişebilir.

Merkezi iktidarlar bakımından, "seçilmiş" siyasetçilerin üçüncü yıldan itibaren yıpranma sürecine girdiğine tanık olunur. Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi denilen Türk usulü otokraside bakanların ve bilumum yardımcılarının atanmış siyasetçilerden oluşması bu erken eskime sürecini pek değiştirmez, hatta iktidar partisi içinden ve dışından gelen tepkilerle hızlandırabilir. Sonuçta, yönetici siyasi elitin yenilenmesi talepleri hem halktan, hem seçmenden, hem de ilgili partinin kendi iç mekanizmalarından gelir. "İç mekanizmalar", hem partinin seçici konumundaki organlarını hem de görev/adaylık talep eden katmanlarını içerir. Bir süre sonra tüm bunlardan gelen baskıların önüne geçilemez. "Seçim" sözcüğünün yetkili ağızlardan telaffuz edilmesinden sonra bunun çarçabuk tersine döndürülemez bir sürece dönüşmesi de bu tarz düzen siyasetinin doğasına uygundur.

Şimdiye kadar söylenenlerden çıkarılabilecek sonuç şudur: Siyasetin olağan çevrimiyle uyumlu olarak 2022'de bir seçim beklentisi yükselmeye başlamıştır. Henüz "kaçınılmaz" duruma gelmemiştir; ancak olasılığı güçlenmektedir.

Ek etkenler: Siyasi düzlem

Bazı ek etkenlerden söz edebiliriz. Birincisi gene siyasi düzlemden geliyor. Mevcut Anayasaya göre Cumhurbaşkanının üçüncü kez aday olabilmesi, ancak TBMM'nin bir erken seçim kararı alması şartıyla mümkündür. (Cumhurbaşkanının erken seçim kararı alması, üçüncü kez aday olabilmeye kapı açmamaktadır). Siz bakmayın AKP sözcülerinin 2014-19 dönemini yok sayarak RTE'nin 2017 Anayasasına bağlı olarak ilk kez 2019'da seçildiği ve 2023'te ikinci kez aday olacağı iddialarına. Cumhurbaşkanının tek dereceli sistemle seçilmesi 2007 Anayasa değişikliğiyle düzenlenmiştir ve bu hüküm 2017 Anayasasında korunmuştur. Yani Erdoğan ikinci dönemini sürmektedir ve üçüncü kez aday olamaz. Dolayısıyla, TBMM erken seçim kararı almazsa, RTE'nin adaylığı bugün veya yarın şaibeli (Anayasa dışı) duruma düşebilecektir. (Muhalefet partilerinin bunu bugün tartışma konusu yapmaması, "Erdoğan'ın adaylığından çekiniyormuş gibi görüntü yaratmaktan ürkmeleri ve eğer sonuçta YSK ve AYM'den istediğini elde edemezlerse, ellerinin seçimde zayıflayacağı korkusundandır). Ama çeşitli FETÖ darbelerinden sonra kuşkuculuğunun (paranoya belirtilerinin) giderek artmış olduğu tahmin edilebilecek olan RTE açısından, muhalefetin edilgen tutumunun yeterli bir teminat olarak görülmesi zordur. 

TBMM'nin "erken seçim" kararı alması ise zorlaştırılmıştır yani salt çoğunluk yerine nitelikli çoğunluk kararına bağlanmıştır. Aslında bunu, Meclisi, Cumhurbaşkanını erkenden "düşürmesi" olanağından mahrum bırakmak yani, şahsileştirirsek, Erdoğan'ı korumak için getirmişlerdi. Ama bu şimdi kendileri için de ayak bağıdır. Çünkü Cumhur ittifakı Meclis'te 3/5 oranına yani 360 üyeye sahip değildir. Muhalefetten destek alamazlarsa, bu çoğunluğa ulaşmaları mümkün değildir. Ama iktidar açısından "bereket", muhalefet "erken seçim" çağrılarını temel siyaset stratejisine dönüştürmüştür ve bundan kaçınma olanağı siyaseten yok gibidir.

Ekonomik düzlem

Ekonomik etkenlere bakarsak, aslında her şeyin kötüye gittiği bir dönemdeyiz. Muhtemelen TCMB'ye faizleri indirme baskısı yapılarak işleri daha da kötüleştirmenin de arifesindeyiz. Buradaki tercih, geçici etkileri olacağını düşünebilecekleri yeni bir döviz krizini daha göze alarak faiz indirimleriyle ve kredi pompalamalarıyla ekonomik canlanmayı kışkırtmak olabilecektir. Bu zorlamanın, eğer olacaksa kısa erimdeki olumlu etkilerinin (ki olumsuz etkileri de öne çıkabilir; yani bir kumar oynama durumudur) 2022'den daha öteye taşmasını bekleyecek durumda değillerdir. Bu arada FED'in faizleri yükseltme eğiliminin 2022 ortalarından itibaren Türkiye'nin mali sıkışıklığını büyütmesi olasılığı da hesaba katılıyor olabilir.

Bu arada, 2021 yılı için baz etkisiyle şişirilmiş büyüme verilerinin de yoğun bir propaganda malzemesi yapılacağını beklemeliyiz. Her ne kadar AKP iktidarı 2023 için 10 yıl önceki hedeflerinin artık yarısını bile hedefleyemez durumdaysa da, halkın bu gerçekliğin farkında olmaması için her türlü medya operasyonu yapılacaktır elbette. Buna sosyal medyanın gemlenmesi de dahildir. Sonuçta otokrat, gerçekliğin ne olduğuna karar verendir. Hegemonya kapasitesi ciddi anlamda gerileyen bir iktidarın buna gücü yeter mi, ayrı mesele.

Aslında tam da burada siyasal İslamcı iktidarın, sermayenin değerlenme sorunlarına çözüm üretip üretemediği sorusuyla karşı karşıya kalıyoruz. Sermaye sınıfı, sömürü ilişkilerinin bugünkü biçimiyle ve minimum sosyal tepkiyle sürdürülebilmesi açısından İslamcı ideolojinin vazgeçilmezliğine iman etmiş gözükmektedir. Ancak bunun sürdürülmesi başka, mutlaka bugünkü AKP ile sürdürülmesi başkadır. Millet ittifakı ile ona yamanması beklenen AKP'den kopma siyasi hareketlerin, ılımlı değişimler düzeyinde tutularak, pekala bugünkü sınıf tahakkümü biçimlerini yeterli ölçülerde koruması da olanaksız değildir. 

O yüzden AKP'nin iç ve dış sermayeye sürekli olarak kendini vazgeçilmez gösteren hamlelere ihtiyacı doğmaktadır. Bu bağlamda Diyanet İşleri Başkanının bu denli fütursuzca kullanılmasının, siyaseti bir din gerilimi eksenine çekmekten öte anlamları vardır. Mevcut sosyal ve ekonomik ilişkilerin sürdürülebilmesinin ancak dinin kültürel hegemonyası altında mümkün olabileceğini göstermek kadar, bunun başka iktidar alternatiflerince bu kadar pervasızca yapılamayacağını göstermek de bunlar arasındadır.

Bununla birlikte ekonomik açmazlar öylesine derinleşmektedir ki, sermayenin açıkça şikayetçi olduğu başlıklar artmaktadır. Faiz konusu bunlardan biridir. Döviz krizlerine neden olan iktidarın ülkeyi yüksek faizlere mahkum ettiği ve bunun finansman maliyetlerini hayli yükselttiği ana eleştiri konusudur. Ama faizlerin indirilmesi konusunda sektörlere göre sermayeden farklı tepkiler gelmektedir. Yönetilmesi kolay değildir. 

Öte yandan, ara malı tedarikinde sorunlar yaşayan sektörlerde sermaye iktidara açık tepki aşamasına geçmiştir. Çimentoda fiyatların ok gibi fırlaması, ihracat kısıtlamalarının bile derde deva olmaması, müteahhitleri greve (işleri durdurmaya veya bunu tehdit aracı olarak kullanmaya) yönlendirebilmiştir. Üstelik, en yüksek sömürü oranlarının ve iş cinayetlerinin geçerli olduğu inşaat kolunda işçileri sömürdükleri yetmezmiş gibi, 600 bin işçiyi işten çıkarma tehdidiyle onları bir de toplumsal kaos silahı olarak kullanmaya tevessül etmek de sermayeye düşmüştür! (Demek ki neymiş? Çimentoda özelleştirme, 30 yıl sonra gelip inşaatçı sermayeyi de vurabiliyormuş!). 

İnşaatçılar ile birlikte açık tepki veren bir başka sermaye kesimi de, hurda plastik ve etilen polimer atık ithalatına sınırlama getirilen Plastik Geri Dönüşüm Sanayicileri olmuştur. Bunların tam sayfa gazete ilanları vererek iktidarı ikna etme yöntemine ikinci kez (sonuncusu 9 Eylül 2021) başvurdukları görülmüştür.

Bu arada, küçük ve orta çiftçilerin feryatlarının daha fazlasının (daha doğrusu daha görünür duruma gelenlerinin) kapitalist çiftçilik yapanlardan çıkmaya başlamasını da not etmek gerekir. Tarımda salt üretici olarak tutunabilmek, artık büyük tarımcılar açısından dahi giderek mümkün olmaktan çıkmaktadır. Bu çözülmenin İslamcı iktidarın kırsal temellerini sarsmaması beklenemez.

Açık tepki vermeyen daha büyük çoğunluk da hesaba katılırsa, iktidarın sermaye tabanında da siyasi değişim taleplerinin yükselmekte olduğu anlaşılır. Seçim vadesini uzatttıkça bunun olumluya gitmesi de beklenemez.

Sonuç olarak, iktidarın 2023 vadesinden önce bir seçime gitme olasılığı büyümektedir. Ama ne yaparsa yapsın, hangi düzenleme ve atraksiyonu yaparsa yapsın seçimleri yitireceğini görürse, siyasi ömrünü kısaltmak da istemeyecektir.