1980’lı yılların disiplinini bir IMF programı içinde üstlenecek istikrarlı bir iktidarı ise AKP gerçekleştirecekti. 

Faiz kararı ve hatırlattıkları

Bilinenleri tekrarlayarak başlayalım: TCMB’nin politika faizi Saray’ın direktifine uyarak iki puan daha aşağıya çekildi. Bu faiz oranı, TÜİK’in (esasen “arızalı” olan) tüketici enflasyonunun 3,6 puan aşağısındadır. Kavcıoğlu’nun yeğlediği “çekirdek enflasyonu” dahi politika faizinin bir puan üstünde kalmıştır. 

Üstelik bu karar, FED’in likidite genişlemesini frenleyeceği anlaşıldıktan sonra alındı. Nitekim son iki ayda Brezilya, Güney Kore ve Rusya merkez bankaları politika faizlerini yukarı çekti.  

TCMB kararının ilk olumsuz sonuçlarını döviz fiyatlarında yaşıyoruz. Yeni bir döviz krizinin şirketler, bankalar üzerindeki tehlikeli sonuçları da gündemdedir. Pahalılaşan dövizin enflasyonu tırmandırması günü gününe gözleniyor. 

Mağdurların başında enflasyona uyum sağlayamayan kalabalık emekçiler, kayıt-dışı işçiler, milyonlarca köylü, küçük üretici geliyor. TÜİK’in eksik hesaplarıyla enflasyona bağlanan asgari ücretler, emekli, memur, kamu sektörü işçi aylıkları da ek reel gelir kayıpları ile karşı karşıyadır. 

İktisat çevrelerinin eleştirilerinde ise, TCMB özerkliğinin ve sıkı para politikasının korunması öne çıktı. Bu yaklaşım “AKP’nin Lale Devri” boyunca izlenen politikaların saygınlık kazanmasına; bugün de “tek seçenek” olarak kabulüne yol açabiliyor. 

Özellikle sol iktisatçılar olarak neoliberal makro-ekonomik reçeteden özenle farklılaşmalıyız. AKP’nin ekonomik sicili hatırlatılmalı; bu açıdan değerlendirilmeli. 

'İmkânsız üçlü' ve enflasyon hedeflemesi…

Bugünün dünyasında faiz ve döviz kuru arasındaki ilişkiler nasıl belirleniyor? İktisatçılar, bu soruyu “imkânsız üçlü” diye anılan bir bağlantıdan hareket ederek yanıtlıyor: Sermaye hareketleri serbestse, ekonomi yönetimi,  faiz oranı ve döviz kurundan sadece birini belirleyebilir.  

Bu kural çiğnenirse, tasarruf sahiplerinin, yatırımcıların sürükleyeceği sermaye hareketleri, faiz oranını ve döviz fiyatlarını “hizaya getirir”. 

“İmkânsız üçlü” tespiti, Türkiye’de enflasyon hedeflemesi reçetesine dönüşmüştür ve ekonomi yönetimine, iki politika değişkeninden sadece politika faizini belirleme özgürlüğü tanımaktadır. Bu kural ilk defa 1990’da Yeni Zelanda tarafından benimsendi. Çevre ekonomilerinde yaygınlaşıp yerleşmesi ise Doğu Asya krizi sonrasında, yeni yüzyılda gerçekleşti. 

Türkiye’de de IMF tarafından yönetilen 2001 krizi içinde TCMB yasasına enflasyonu önleme önceliği yerleştirilmişti: “Merkez Bankası’nın temel amacı fiyat istikrarını sağlamaktır.”  

Bizim gibi “yükselen ekonomiler” söz konusu olduğunda bu özgürlük, sıkı para politikası olarak yorumlanıyor. Uygulamada ise TCMB’nin politika faizi, gerçekleşen enflasyonun üstünde tutulacaktır.  

Bu yükümlülük siyasal iktidardan özerk olması gereken merkez bankası tarafından üstlenilecektir.  Diğer değişken olan döviz kuru ise piyasa mekanizmasına, dalgalanmaya bırakılacaktır.

AKP iktidarı “imkânsız üçlü” bağlantısının enflasyon hedeflemesi biçimini 2015’e kadar yakınmadan uyguladı. Sonuç ne oldu? Canlı seyreden sermaye hareketleri yüzünden 2011 sonuna kadar TL reel olarak yüzde 40 değerlendi. Sanayinin rekabet gücü eridi; ithalata bağımlılığı yoğunlaştı. Diğer politikaların da katkısıyla, ekonomi bugünkü ve kronik dış bağımlılığa sürüklendi. 

Emek gelirlerini koruyan döviz kuru hedeflemesi… 

Ekim 2021 faiz kararı eleştirilirken Saray’ın ihlal ettiği “enflasyon hedeflemesi” ilkesinin de sorgulanması gerekir. Serbest sermaye hareketleri ortamında dahi tek seçenek olmadığını, yakın geçmişin dünya ve Türkiye örnekleri göstermektedir. 

Dünya ekonomisi 1945’i izleyen otuz yıl boyunca, denetlenen sermaye hareketleri ve sabit (gerektiğinde ayarlanabilen) döviz kurları rejimi içinde yönetilmişti. Serbest sermaye hareketlerinin yaygınlaşması 1990’lı yıllardadır. Yeni ortamın ilk yıllarında “imkânsız üçlü” bağlantısı, pek çok ülkede döviz kurunu hedefleyerek, para politikasını ise “piyasalara” bırakarak uygulanmıştı. 

Türkiye örneği de var: 12 Eylül ve ANAP döneminin emek-karşıtı bölüşüm şokuna, 1989’da patlak veren işçi hareketi ve güçlenen sendikacılık son vermişti. Sermaye hareketlerinin serbestleşmesini izleyen sonraki yıllarda, Türkiye’yi koalisyon hükümetleri döviz kurunu hedefleyen, emek gelirlerini koruyan “popülist” politikalarla yönetti. 

Döviz kuru (kabaca) aylık enflasyona uyum sağlayacak biçimde TCMB tarafından belirlenmekteydi. Faiz oranları ise “serbest” (yani bankalara) bırakıldı. Bunlara, emeği koruyan “popülist” uygulamalar refakat etti: Asgari ücretler, maaşlar, emekli aylıkları, çiftçilerin eline geçen net fiyatlar en azından   geçmiş enflasyona endekslendi.  Toplu sözleşmelerde enflasyona “refah payı” da ekleniyordu. 

Tansu Çiller 1993 sonunda “imkânsız üçlü” kuralını çiğnedi; döviz kuru yanında faiz oranlarını da belirlemeye kalkıştı; 1994 krizini tetikledi.  Bu kriz reel ücret kayıplarına yol açtı; ama sonraki üç yılın koalisyon hükümetleri, döviz kuru hedeflemesine ve emek gelirlerini koruyan bölüşüm politikalarına geri döndü. 

1990’lı yılardaki Türkiye uygulamaları göstermiştir ki, döviz kuru hedeflemesi içinde emek gelirlerini güvenceye alan bir alternatif, “imkânsız üçlü” bağlantıları ile uyumlu olabilmektedir

Saray iktidarının sınıfsal öncelikleri ve finans kapitalin çıkarları ile uyumlu olmayan bir seçenek… 

Egemen sınıflar bloku popülizme son veriyor…

1990’lı yılların popülizmine dönelim. Kolektif sermaye, 12 Eylül-ANAP iktidarı dönemini özlemekteydi. 1998’de “artık yeter” dedi. Nesnel bir gereksinim yokken IMF ve Dünya Bankası (DB) davet edildi. Yeni stratejik öncelik, DB söylemi içinde açıklandı: Ekonomi (bölüşüm) siyaset (koalisyon iktidarları) dışına taşınacak; piyasalara devredilecektir. Bu önceliği hayata geçirecek kuralları IMF ve DB belirleyecektir. 

1998-2000 arasında IMF’nin tasarladığı enflasyonla mücadele programı, ilk başta, döviz kuru hedeflemesine bağlı bir modele dayanıyordu. Önceki yıllarda emek gelirlerini güvenceye alan yöntemler dışlanarak…

2001 krizi içinde sermaye bloku ısrarla bir tek parti iktidarı arayışına girmişti. 1980’lı yılların disiplinini bir IMF programı içinde üstlenecek istikrarlı bir iktidarı ise AKP gerçekleştirecekti. 

Emeği koruyan “popülist sapkınlık”, koalisyon iktidarlarıyla birlikte tarihe karıştı. 2001’de IMF’nin başlattığı makro-ekonomik politikayı (enflasyon hedeflemesini) AKP devraldı. Sonraki on yılın yüksek faiz / ucuzlayan döviz uygulamalarının sonuçlarına yukarıda değindim. 

Bu sonuçlar, emek örgütlerinin, sendikacılığın fiilen etkisizleştiği bir ortamla bütünleşti. TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB dahil, sermaye bloku da bir bütün olarak AKP iktidarını destekledi. 

Serbest sermaye hareketlerinin reddiyesi… 

Emeği koruyan döviz kuru hedeflemesi, bugünün seçeneksizliğini aşan bir adımdır. İktisatçılar olarak bir adım daha atmalı ve “imkânsız üçlü” bağlantısının ön-koşulu olan serbest sermaye hareketlerini sorgulamalıyız. 

Sermaye hareketlerinin etkili denetimi, AKP iktidarının arifesinde, 1998-2002’nin “sıfır büyüme dönemi” sonrasında daha kolaydı. Dört yıllık Doğu Asya krizi, denetimsiz sermaye hareketleri nedeniyle patlak vermişti. Krizi yaşayanlar dış bağımlılık ilişkilerini frenleyecek denetim yöntemleri aramaya başladı. Bazı ülkeler başarılı olacaktı.

2020’li yılların dünyasındayız. Ekonomimiz son yirmi yılda girift, ağır dış bağımlılık koşullarına sürüklenmiştir. Türkiye’ye dış kaynak akımları da daralmaktadır. Sermaye hareketlerini denetleme yöntemlerini, emek gelirlerini de güvenceye alacak biçimde incelemek, tasarlamak, keşfetmek gerekiyor. 

Elbette çok güçtür. Sermaye hareketlerinin denetimi, dış kaynak akımları canlıyken etkilidir. Bugünün dünya ve Türkiye ortamında değil… Arada değiniyorum: Kırk yıllık neoliberalizme emekçiler de uyum göstermiştir. Tüketim artışlarını besleyen borç tuzakları gibi… Radikal alternatiflerin sınıf müttefiklerini de tedirgin etmesi beklenir. 

Kapitalizmin, emperyalizmin sınırları içinde tartışılacak sancılı seçeneklerle karşılanan devrimci refleks, kapitalizm sonrasına yönelir; “çözüm sosyalizm” çağrısıyla yetinir.

En azından bazı iktisatçılarımızın düzenin sınırları içinde kalan seçeneklerle de uğraşmaları gerekir. Zamanı gelince kökten dönüşümleri hayata geçirecek emekçilerin mücadele gücünü koruyabilmek için…