'Uğraşmayın boşuna; 102. yıldönümünü kutladığımız TKP’nin tarihinden size ekmek çıkmaz.'

Cumartesi değinileri…

Bu bizim maçımız değil

Geçenlerde Kılıçdaroğlu öğrenci kredi borçlarında faizlerin silinmesini gündeme getirmiş, hükümet de bu doğrultuda bir karar almıştı. Erdoğan son olarak da, Yunanistan’ın Ege’deki statüsü belirsiz adacık ve kayalıkları istila etmesiyle ilgili olarak geldi muhalefetin söylediği noktaya. Öyle mi oldu gerçekten?

Yıllardır Sözcü gazetesinin yürüttüğü kampanyanın etkisi CHP tabanıyla sınırlı kalmışken, Cumhurbaşkanı savaş tehdidiyle çıtayı fevkalade yükseklere koydu! Lakin bu kez CHP’nin bu gelişmeyi de “dediğimize geldiniz” diye yorumlamasında bazı zorluklar var. Yunanistan’la gerginlik her zaman iç politikada kullanışlı olmuştur; ama CHP’nin milliyetçi, “verelim ağızlarının payını” tadında unsurları olduğu kadar, bayağı barışçı, “hepimiz kardeşiz”ci bir tabanı da vardır. Üstelik Türkiye kamuoyu konuyla Sözcü’nün yaygarası kadar ilgilenmeye alışmıştır ve en azından coğrafyanın o yakasında savaşa hiç meraklı değildir. Ayrıca söz konusu olan bir NATO üyesidir ve muhalefetin temel argümanı AKP’nin Ankara-NATO ilişkilerini, genel olarak Ankara-Batı ilişkilerini bozmakta olduğudur. Dolayısıyla bu konu iktidarın “muhalefetin dediğine gelmesinden” ziyade, muhalefetin bir oyuncağını elinden almasını daha fazla çağrıştırmaktadır. 

Yıllardır hükümeti Yunanistan’a taviz vermekle, Ege’deki ulusal çıkarları görmezden gelmekle suçlayanların, AKP’nin konuyu iç politika adına istismar ettiğine işaret edip işin içinden çıkmalarında bayağı bir güçlük olacaktır. Doğrudur, birilerinin yıllardır söylediğini bir sabah ansızın keşfeden bir Cumhurbaşkanı söz konusudur. Peki, bu Cumhurbaşkanına “sözümüze geldin, arkandayız” mı denecektir? 

Sol bu itiş kakışta kendine yer bulamaz. Bir kere Türkiye ve Yunanistan halklarının gerginlikten herhangi bir çıkarları olamaz. Düşmanlaştırma bizim işimiz değil. Çıplak gözle görüldüğü gibi iki ülkenin başına çöreklenmiş gerici iktidarlar gerilimi iç politikalarında bir enstrüman olarak değerlendiriyorlar. Gerçek bir savaş tehlikesi, kaza riski ihmal edilirse, aslında yok. NATO, iki üyesi arasındaki rekabetin iç politika istismarcılığı adına çatışmaya dökülmesi türünden bir lükse sahip değil. 

Sol bu sakil gündemin dışına çıkmak, şoven demagojileri reddederek emperyalizmin ve NATO üyeliğinin asıl güvenlik sorunu olduğunu teşhir etmek durumundadır. 

Toplumun geniş kesimlerinin hızla yoksullaştırıldığı bir dönemde iktidarın düzen muhalefetinin içini karıştırma yeteneğini korumak ne kelime, geliştirebilmesi başlı başına irdelenmesi gereken bir konudur. Bu olanağı AKP’ye armağan eden muhalefetin ta kendisidir. 

Bir diğer armağan, bir CHP yöneticisinin “HDP’li bakan” spekülasyonu oldu. Kimse hatırlayıp hatırlatmıyor, ama Gezi’de “ateş emrini ben verdim” beyanından iki buçuk yıl sonra, “Barış sürecinin” iktidar tarafından feshinin üstünden henüz birkaç ay geçmişken, PKK’nin hendeklerine oluk oluk kan dolarken ve HDP’li belediyelerin özerklik “ilanının” ardından, bugünkü spekülasyon gerçek olmuştu! 2015 sonbaharında “seçim hükümetine” iki HDP’li bakan AKP tarafından dahil edildi. Gölgesinden korkan düzen muhalefeti bu yalın gerçeğin bile üstüne gidememektedir. 

Solun bu maçta yeri gerçekten yoktur. Geçelim İkinci Cumhuriyetin Halk Partisi’ni, özelleştirmeci Babacan’ın ekonomiyi, yeni-Osmanlıcı Davutoğlu’nun dış politikayı, 90’ların kontrgerillasından stajlı Akşener’in de ana rotayı çizecekleri, Sivas kaçkını şeriatçı Karamollaoğlu’nun da kuşkusuz birtakım misyonlar üstleneceği bir hükümette bakanlık alabilmek bir siyasal meşruiyet kriteri olamaz. Sol görülmemiş bir sömürüye maruz kalan halkın sesi olmakla, 1923’ün kazanımlarını yeniden inşa etmeye dönük bir mücadeleyi yükseltmekle ilgilenmek durumundadır. 

Dönelim, öğrenci kredilerine... Ortaya çıkan sonucun borç yükünün yıkıcılığından bir adım daha iyi olduğunu kabul ederim. İyi de, solun talebi bu mu olmalıdır? Ücretsiz ve nitelikli eğitim her düzeyde temel yurttaş hakkı olmalıdır. Sermayenin, Fatih Yaşlı’nın son yazısında kullandığı kavramla “tepeden sınıf savaşı” yoluyla devletin bütün olanaklarını yağmaladığı bir düzende gençleri okuyor diye borçlandırmak nasıl bir alçaklıktır! 

Sol “öğrenci kredisi” kavramının kendisini sorgulamak durumundadır. Her düzeyde eğitim temel bir yurttaşlık hakkı olmalıdır. Sadece anaparanın ödenmesi, bu hakkın budanmasından başka bir anlama gelmez. “Kötünün iyisi” skorlar bile bu itiş kakışı bizim maçımız haline getirmez…

***

6-7 Eylül vesilesiyle solcu dövmek

1955’te gayrimüslimlere karşı bir pogrom örgütlendi. Rasyonalitesi bellidir: Türkiye o zamana kadar uzak durduğu Kıbrıs’taki kaynamaya bir biçimde dahil olmalıydı. Fırsat çıkmışken Rumların malına mülküne çökmek de iyi olurdu! Atatürk’ün Selanik’teki evi bir MİT ajanı eliyle kundaklandı. İktidar yanlısı basının kışkırtmasıyla bir galeyan oyunu sahnelendi. Saldırganlar önce İstiklal Caddesine salındı… 

Çok sonraları bir orgeneral, Sabri Yirmibeşoğlu, kontrgerillanın resmi adresi sayılan Özel Harp Dairesinin “muhteşem bir işi” olarak övünecekti bu tarihsel provokasyonla. Sorumluluğu solun üstüne yıkmayı ise Demokrat Parti iktidarı denedi. O sıralar 1951 Tevkifatı dolayısıyla hapishane dışında komüniste rastlamak kolay iş değildi. TKP ile bağlantılı ve bağlantısız onlarca solcu aydın, dikkatleri kontrgerilla operasyonundan başka yöne çekmek, fırsat bulmuşken komünistleri bozgunculukla damgalamak gibi niyetlerle içeri atıldılar. 

Elbette bu mesnetsiz girişim fos çıktı. 6/7 Eylül Olayları’nı o tarihte iler tutar yanı olmayan suçlamalara maruz kalanlardan biri, Hulusi Dosdoğru kitaplaştıracaktı. Aynı adlı belgesel kitap,  “6/7 Eylül 1955’in Karası Topluma Sürülemez!” alt başlığıyla Bağlam yayınlarından 1993’te çıktı. 45 tutuklunun 40’ı, bazıları soyadı olmaksızın, biri isim de saptanamamış olarak 36-37.sayfalarda verilmiş bulunuyor. Hulusi Dosdoğru aynı zamanda ülkemizde halk sağlığı disiplinini ilk ele alan hekimlerdendi, partili bir komünistti. 2002’de bu dünyadan ayrıldı…

Yirmi yıl geçti ve gördük ki, Doktor Dosdoğru’nun silmek için kitap yazdığı kara, başka yoldan sola bulaştırılmak istenebiliyor. Solda tanınan bir eski siyasetçi, Recep Maraşlı sosyal medyada şunu yazdı:

“Atina'da tanıştığım Manolis Glezos, 1959'da görüştüğü TKP temsilcisinin (M.Belli olduğunu hatırlıyor) kendisine 6-7 Eylül için ‘Yoldaş, bu Türk emekçilerinin Rum ve Ermeni burjuvazisine karşı bir isyanıdır.’ dediğini aktardı üzülerek./Anekdotu "1915 Jenosidi" Kitabımda yazmıştım.” 

Ermeni sosyalist çevresi Nor Zartonk’tan olduğu bilinen Murad Mıhçı da eksik kalmadı: “6-7 Eylül Olaylarında Sosyalistler neden yaşananlara müdahale etmedi sorusu hep kafamda. Bugün kaç sosyalist veya sosyal demokrat partiler, yaşanan acıya karşı ses veriyor.”

Açık konuşalım; Maraşlı TKP’nin 6-7 Eylül’ü “emekçilerin burjuvaziye isyanı”, yoksulların haklı öfkesi olarak akladığını iddia etmiş olmaktadır. Pasajda “üzülen”, bu iddiayı dayandırdığı Yunanlı devrimcidir. Bundan bir adım sonrası DP’nin savcı ve polisini aslında doğru bir iz sürüp solcuları kovuşturdukları için aklamaya gider! Ayıptır!

Ne Maraşlı’nın on dört yıl hapis yatmışlığı, ne de Mıhçı’nın samimi olduğunu varsayacağım soruları bu tarih yazımına sessiz kalmamızı gerektirir! 6-7 Eylül sol ve işçi sınıfı hakkında palavra sıkılarak anılmaz.

“Bugün hangi sosyalistlerin yaşanan acıya karşı ses vermediğini” Mıhçı kendisi bulsun. Ben diğer merakını gidereyim: 

Sözü edilen tarihte TKP faaliyette değildi, dağıtılmıştı. Aynı gelenekten Hikmet Kıvılcımlı’nın Vatan Partisi’ni 1954’te kurmuş olması, 1955 konjonktürünü ağır baskı dönemi olmaktan çıkartmıyordu. Legal alanda zemin arayan solcular etkisizdi. 50’li yıllar bir solcu aydın tasfiyesi dönemidir. Umarım, aklı başında hiç kimse “Yaşananlara neden müdahale etmediler” sorusunda ısrar etmeyecektir. 

O sıra TKP yurtdışında da faal değildir. Bizim Radyo 1958’de yayına başlayacaktır. 1959’da TKP’nin temsilcisi olabilecek bir avuç kişiden bir kısmı sosyalist başkentlerde Türkçe radyo yayınlarının çalışanlarıdır. En önemli iki temsilci ise, İsmail Bilen ile barış hareketinde görev alan Nâzım Hikmet’tir. Mihri Belli kronolojisini lise arkadaşım oğlu Hayrettin’den de teyit ettim. 1958'de hapishaneden tahliye olan Belli, 1972'de kaçak olarak Filistin'e gidene kadar yurtdışına çıkmamıştır. Hapiste yaşanan bölünmenin bir tarafının başını çeken bir Merkez Komite üyesidir. Belki de Yunan direnişçisi Glezos’un tanıdığı tek TKP’lidir. Onu “Kapetan Kemal” olarak İç Savaş’tan biliyor olmalıdır. Aktardığı diyaloğa gelince, en akla yakın açıklama hafızasının kendisine bir oyun oynadığıdır. Lakin kitap yazmışlığı olan Maraşlı’nın “M.Belli olduğunu hatırlıyor” diye kaynak gösterilemeyeceğini biliyor olması gerekir! Zaten bu üslup, kaynak kişinin de kırk yıl kadar önce geçen bir diyaloğu iyi hatırladığını iddia etmediğini göstermektedir.

Uydurma hikâyenin gerçeklikle teğet geçtiği noktayı Recep Maraşlı bilmiyor anlaşılan. Bana Hayrettin hatırlattı; yazayım. Vartan İhmalyan, Bir Yaşam Öyküsü’nde anlatıyor: (İsmail Bilen) “Bir ara bana 6-7 Eylül olaylarıyla ilgili olarak bastırdığı ‘Türk yurtseverleri’ imzalı bir broşür verdi. … Broşürün ‘Millet hoşnutsuzluklarını açığa vurmuştur!’ başlıklı bölümünde: ‘Milleti sokaklarda böylesine yürüten, memleketi baştan başa kavuran açlıktır, işsizliktir!’ deniyordu.” Kitabında İsmail Bilen’e karşı alerjisini, daha doğrusu nefretini hiç gizlemeyen İhmalyan, gördüğünü söylediği broşürü, Bilen’in 6-7 Eylül’e “ilericilik” atfettiği biçiminde yorumlamaktadır. Ama ardından başka bir alıntı daha yapmaktadır: “Türkiye halkını ezenler, yurdumuzda milli azınlıklara ilk defa saldırmıyor… ” (a.g.e., Cem Yayınevi, İstanbul 1989, s.163-164) 

Bunu nasıl yorumlayacağız? Artık kısa geçmek zorundayım:

Broşürün ne olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Bunlar TKP’nin yurtdışındaki birinci kişisinin görüşleriyse, kalburüstü aydınlardan oluşan ve bu görüşleri paylaşma ihtimali olmayan yurtdışı kolektifi tarafından nasıl olur da tartışılmaz, akıl erdiremiyoruz. Türk Yurtseverleri imzasını bilmiyoruz. Broşürün basılı olup olmadığını, nasıl kullanıldığını bilmiyoruz. Hatta içeriği itibariyle gerçekten taban öfkesine hak mı verdiğini, yoksa azınlık düşmanlığına karşı mı çıktığını bile değerlendiremiyoruz. Varlığına ilişkin bir bilgiye yalnızca tek bir kaynakta rastlıyoruz. Anı yazımının içerdiği sübjektivizmi, hafızaların insanları nasıl yanılttığını ise biliyoruz. Başka bir belge çıkana kadar bu broşür öyküsü rafta beklemeye devam etsin. 

Ancak diyelim ki, İhmalyan doğru hatırlıyor. Peki, acaba eksiksiz hatırlamakta ve aktarmakta mıdır? Örnek olsun, Alman faşizminin kitle tabanının yoksullaşan, sınıf bilinçsiz, lümpen emekçilere dayandığını analiz etmek meşrudur da, belki acemice ama benzer yönde bir denemeyi Türkiye için yapmak neden söz konusu olmamalıdır?

Kontrgerillanın, Kıbrıs Türktür Cemiyeti üstünden, pogroma dönüştürülecek olan Tünel-Taksim yürüyüşünü örgütlerken herhangi bir yoksul öfkesi motifine değil düz şovenizme başvurduğu ise sabittir. Bindirme kıtalar olarak taşınan güruh arasında örneğin Paşabahçe’den toplanan işçiler de vardır. 

Bu kadar teğet solu ve işçi sınıfını kirletmeye yetmez. 

Gelelim Glezos’a. Eski komünist gerilla sonraları sosyal-demokrat PASOK’ta, Marksizm-Leninizm ve devrimcilikten Yunan usulü kopuş anlamına gelen Synaspismos’ta, en son ham hayalleri tez zamanda söndürmesiyle ünlü SYRIZA’da siyasete devam etmiştir. Bunların konumuzla doğrudan bir ilgisi bulunmuyor. 18 yaşında Atina Akropolünden Nazilerin bayrağını indiren devrimciyi saygıyla anıyoruz. 

Ne acayip! Glezos iki yıldır, Belli on bir yıldır yok. Kontrgerilla harekâtını işçilerin zenginlere haklı öfkesi olarak yorumlayan yok. Ortada belge yok, iddia yok. 6/7 Eylül’ü lanetlemeyen solcu hiç yok!

Ama olur olmaz solcu dövmek isteyen var. Uğraşmayın boşuna; 102. yıldönümünü kutladığımız TKP’nin tarihinden size ekmek çıkmaz.