Sermaye bu emek cehennemi üzerinde birikmektedir ama Türkiye sermaye sınıfına bu da yetmemekte bir de “süreklileşmiş ilkel birikim” mekanizmaları devreye sokulmaktadır.

Sermaye birikiyor, halk yoksullaşıyor: Soygun düzeninin anatomisi

Kapitalizmin temelinde sermaye birikimi vardır ve bu birikimin temel mekanizması emekçilerin ürettiği artı değere el konulmasıdır. En basit haliyle işçi emek gücünü kapitaliste satar ve belli bir çalışma saatinin sonunda belli bir değer üretir, işçinin ürettiği değer işçiye çalışması için ödenenden her zaman daha fazladır ve işte aradaki fark kapitalistin cebine gider. Kapitalist el koyduğu artı-değer üzerinden birikim yapar ve daha sonra da bunu yeni yatırımlarda kullanır; çünkü büyüme sermayenin temel içgüdüsüdür, çünkü sermaye büyümezse küçülecektir.

Türkiye’de 24 Ocak Kararları’ndan beri “ihracata dayalı birikim modeli” uygulanmaktadır; bu modelde, Türkiye kapitalizminin azgelişmişliğinden kaynaklı olarak, uluslararası pazarlarda rekabet gücü ancak ürün fiyatlarının düşüklüğüyle söz konusu olabilir. Yani Türkiye kapitalizminin ürettiği ürünler, daha gelişmiş kapitalist ülkelerin ürünleriyle ancak fiyat rekabetine girebilirler. Bunun için ise iki şey gereklidir: yerli paranın değerinin ve ücret maliyetlerinin düşük olması.

Geçtiğimiz yılın Aralık ayında açıklanan “Türkiye modeli”, 1980 tarihli 24 Ocak Kararları’nın ifrat ölçüsünde derinleştirilmesinden başka bir şey değildir bu nedenle. İrrasyonel karakterinden kaynaklı olarak uzun vadede Türkiye kapitalizmine de zarar vereceği açık olan bu model, şu an için ihracatı patlatmakta, çarkların dönmesini sağlamakta, işsizliği belli bir seviyede tutmakta ve ekonominin büyümesini de beraberinde getirmektedir. Ancak bu büyüme artık burjuva iktisatçılarının bile teslim ettiği bir şekilde, emeğiyle geçinenlerin giderek daha fazla yoksullaşmasına sebep olmakta, Korkut Boratav hocanın tabiriyle ülkede bir “bölüşüm şoku” yaşanmaktadır. Yaratılan zenginlikten sermayenin giderek daha fazla, emeğin ise giderek daha az pay aldığı, dolayısıyla sömürünün giderek derinleştiği, “yoksullaştıran büyüme” denilen bir durum vardır yani karşımızda.

Türkiye’de yaratılan emek cehenneminde asgari ücretler 300 dolar civarına yerleşmiş, çalışanların yarıya yakını asgari ücretle çalışırken geriye kalan yarısının çok önemlice bir bölümü de asgari ücretin biraz daha üzerindeki bir gelire mahkûm edilmiştir. Sermaye bu emek cehennemi üzerinde birikmektedir ama Türkiye sermaye sınıfına bu da yetmemekte bir de “süreklileşmiş ilkel birikim” mekanizmaları devreye sokulmaktadır.

Özelleştirme, bir “ilkel birikim” mekanizmasıdır. Sermaye sınıfı, risk alıp asla girişmeyeceği ölçekteki işletmelere değerinin çok altında fiyatlarla sahip olur özelleştirme sayesinde ve bu aynı zamanda bir “mülksüzleştirme” sürecidir. Çünkü kamuya ait olan mülkiyet, özelleştirme aracılığıyla kamunun, yani halkın elinden alınarak özel kişilere/özel şirketlere devredilir, halk mülksüzleştirilir.

Ancak özelleştirme söz konusu olduğunda, günümüzde mesele artık sadece kamuya ait işletmeler değildir. Hazine arazileri, ormanlar, sit alanları, sahiller vs. hepsi sermayenin talanına açılır; özel mülkiyet kamusal mülkiyeti gasp eder ve buradan kendisine yeni değerlenme alanları açar. Buralara dikilen oteller, tesisler, tatil köyleri sermaye sınıfın kârına kâr katar ve sermaye birikmeye devam eder.

Aynısı bir tür özelleştirme olan “kentsel dönüşüm” için de geçerlidir; kentsel dönüşüm yoksullara ait olan mülkiyete zenginler adına el konulması ve imar rantı aracılığıyla sermaye biriktirilmesinden başka bir şey değildir. Yoksullar şehrin değerlenen yerlerinden kovulurken, onların yerini zenginler alır ve bu en kestirme para kazanma yöntemlerinden biridir.   

Sadece özelleştirme sürecinin kendisi değil, özelleştirme sonrasında da “ilkel birikim” devam eder. Örneğin bugün elektrik şirketleri halkı sadece faturalar aracılığıyla soymaz. Farklı isimler verilen “destekleme” politikalarıyla kamudan şirketlere doğrudan servet transferi yapılır. Örneğin son üç yılda devletin elektrik şirketlerine yaptığı ek ödemelerin toplamı yüz milyar liranın üzerindedir ve Hazine’den yapılan bu ödemelerin kaynağı halktan toplanan vergilerdir.  

Vergiler sermaye birikimini sadece bu şekilde beslemez. Kamu hizmetlerini finanse etmek için zenginlerden vergi değil borç almak ve sonra onu faiziyle ödemek sınıfsal bir tercihtir ve o ödemeler de halkın vergileriyle yapılır. Hazine’den borç faizlerine aktarılan para doğrudan halkın parasıdır. Faiz geliri, sermaye birikimi açısından en risksiz, en kolay mekanizmalardan biridir.

Ama bu da yetmez, vergi yükü de sermayenin üzerinden alınır ve çalışanların omuzlarına yıkılır. Türkiye’de sermaye sınıfı doğru dürüst vergi vermez, her türlü istisna ve muafiyetten yararlanır. Borsa, faiz, hazine bonosu gelirleri neredeyse hiç vergilendirilmez, kur korumalı mevduattan kazanılan paralar için de tek kuruş vergi ödenmez. Vergiyi esas olarak emekçiler hem bordrolarından yapılan kesintilerle hem de tüketim üzerinden alınan KDV ve ÖTV’yle öderler. Kapitalistler ise vermedikleri vergiyi de kârlarına ve sermayelerine eklerler, böylece sermaye birikmeye devam eder.

Bir başka sermaye birikim mekanizması, kamu ihaleleridir. Kamu tarafından yapılsa çok daha ucuza mal olabilecek projeler bilinçli bir şekilde şirketlere ihale edilir. Hele bir de o proje “kamu-özel işbirliği” adı altında yapılmışsa ve hazine garantisi verilmişse, ihaleyi alan şirkete kimi zaman yirmi beş-otuz yıla varacak şekilde ödeme yapma taahhüdünde bulunulur. Bu ise hazineden, yani halkın cebinden şirketlere süreklileşmiş gelir transferi demektir ve bugün Türkiye’de bu şekilde yapılmış onlarca anlaşma vardır.

Demek ki sermayenin birikmesi, yani kapitalistlerin daha da zenginleşmesi sadece emeğin doğrudan sömürüsüyle olmaz; özelleştirme, kamusal mülkiyete çökülmesi, şirketlere verilen doğrudan destekler, vergi muafiyet ve istisnaları gibi farklı mekanizmalarla da emekçilerden patronlara servet transferi yapılır, sermaye birikiminin bekası böyle tesis edilir.
Ancak sermaye sadece böyle birikmez; rüşvet, yolsuzluk ve komisyonculuk da birikim için kullanılır. Başlı başına bir birikim mekanizması olan kamu ihaleleri ile sadece patronlar zengin edilmez. O sürecin ortakları da, yani kimi siyasetçi ve bürokratlar da aldıkları rüşvetle, komisyonla zenginleşir, servetine servet katar. Ama mesele sadece kamu ihaleleri değildir; Sedat Peker’in son anlattıklarında görüldüğü üzere kendileri zaten birer kumar niteliğinde olan finans piyasaları ve borsa da rüşvet alma ve spekülasyon yapma aracı olarak kullanılır. Siyasetçi-bürokrat-finansçı ortaklığıyla muazzam bir yolsuzluk düzeneği kurulur ve buradan akla hayale gelmeyecek paralar kazanılır.

Bugün Türkiye sadece emeğin üretilen zenginlikten aldığı payın giderek azaldığı bir ülke değildir; yani sadece emek sömürüsü katmerlenmemekte, sermaye sadece bunun üzerinden birikmemekte, halk sadece bunun üzerinden yoksullaşmamaktadır. Bugün kamusal mülkiyetin özelleştirme aracılığıyla gasp edilmesiyle, şirketlere yapılan destek ödemeleriyle, borç faizleriyle, hazine garantili projelerle, servet ve zenginlikten değil emekçilerden vergi alınmasıyla, borsa spekülasyonlarıyla, rüşvet ve yolsuzluk çarkıyla kapitalistlere servet transferi yapılmakta, sermaye böyle birikmekte, halk da böyle soyulmakta ve yoksullaşmaktadır.

Daha önceki bir yazımda da kullandığım tabire başvuracak olursam, bu bir “tepeden sınıf savaşı”dır. Sermayenin bütün fraksiyonları ve siyasi/bürokratik pozisyonunu iktisadi ranta çeviren bir grup yönetici, milyonlarca kişinin yarattığı zenginliği göz göre göre gasp etmektedir. Demek ki ortada sınıfsal bir mesele vardır ve bunun da çözümü ancak sınıfsal olabilir.

Yarattıkları zenginliğe el konulmasının da ötesinde sayısız farklı mekanizma aracılığıyla sömürülenler kendilerinin bir sınıf olduğunu fark edip tıpkı karşılarındaki sınıf gibi kendi çıkarları adına bir araya gelmezlerse, o çıkarlar üzerine kurulu bir siyaseti siyasal alana etkili bir güç olarak taşımazlarsa, yani kendilerine karşı açılan sınıf savaşına, sınıf savaşıyla yanıt vermezlerse bu devran dönmeye devam eder.

Peki ya verirlerse? İşte o zaman gerçek anlamda bir şeyler değişmeye başlayacak demektir.