Günümüzde trend olan kavramlar süs amacıyla bol kepçe kullanılmış olsa da pratikte yapılabilecek olanlara bakıldığında asıl amacın, Türkiye'yi Erdoğan öncesi ayarlarına döndürmek olduğu görülüyor.

Burnunun ucunu göremeyen bir restorasyon

Yaklaşık bir ay kadar önce adaylık tartışmalarıyla ilgili olan bir yazımda, CHP yönetiminin toplumdan gelen taleplerle inatlaşmaya devam ettiği takdirde işlerin Genel Merkez önünde kendi seçmenleri tarafından istifa ettirilene kadar protesto edilmelerine kadar gidebileceği ile ilgili bir cümle yazmış, bu cümleleri yayımlamaya elim gitmediği için sonrasında bu kısmı çıkartmıştım. 6'lı masanın Cumhurbaşkanı adayının belirlenmesinde artık son düzlüğe girilirken muhalif seçmenden çıkan sesler de gittikçe gürleşmeye, bireysel de olsa "Kılıçdaroğlu aday olmasın" protestolarına dönüşmeye başladı. Belirtmek isterim ki gerek CHP'den, gerekse de partiye yakın 'basın'dan bu protestolara yönelik gelen tepkiler, bırakın yatıştırmayı, yangını körükleyecek cinsten.

Demokrasi hayaliyle AKP iktidarından kurtulmayı umut eden gençler, en küçük irade beyanlarında dahi AKP-vari tepkileriyle karşılaşmaktan, kendi mahallesindeki gazeteciler tarafından troll olarak suçlanmaktan, parti yöneticileri tarafından tehdit edilmekten hiç hoşlanmayacaktır. (Ekrem İmamoğlu'nun Nagehan Alçı olayı sonrası kendi seçmeninden gelen feryat figanı hatırlatmak isterim.) Sosyal medyada manipülasyon yapılıyor olma ihtimali elbette hiç az olmasa da öncesinde konunun manipülasyona açık hale getirilmesindeki katkıları, şimdi de sürecin berbat bir şekilde yürütülmesi sebebiyle bu konuda en büyük sorumluluk yine 6'lı masa mensuplarından başkasına ait değil. Dolayısıyla bu konunun daha çok su kaldıracağı kanaatindeyim.

Öte yandan, birincisi adaylık sürecinin geldiği bu çetrefilli hal, ikincisi ise Kılıçdaroğlu'nun adaylık talebi sebebiyle 6'lı masanın eski-AKP'li, sağ, liberal ve muhafazakar bileşenleri içerisinde tutturmak zorunda kaldığı dengeler ve vermek zorunda kaldığı tavizler; geçtiğimiz yıldan beri devrilmek üzere olan bir boksör gibi sallanan Erdoğan'ı hayata döndürüyor. Erdoğan'ın içinde bulunduğu sıkıntılı ekonomik duruma gerçek bir alternatif sunulamıyor, dış politikada genci yaşlısı her seçmen grubunun büyük önem verdiği egemenlik ve bağımsızlık gibi konular, yine 6'lı masada dürüst ve gerçekçi bir alternatif üretilemediği için Erdoğan'ın ucuz hamasetine malzeme ediliyor... Muhalif seçmene ise "Avrupa metnimizi görecek aferin Türkiye'ye diyecek" diyen bir garip siyasetçiler, 2002 AKP'sinin parti programını andıran ortak politika metinleri kalıyor...

Evet, 6'lı masanın aylardır beklenen ortak politikalar mutabakat metni sonunda ilan edildi. Beklenebileceği üzere haftası dolmadan gündemden düşerek yerini yeniden adaylık tartışmasına bırakmış olmasına rağmen üzerinde durmak gerektiği kanaatindeyim. Okuyan okudu, kimisi göz gezdirdi, kimisinin umurunda değil. Kabaca bakıldığında üzerinde mutabık kalınan konunun, Erdoğan rejiminin yarattığı tahribatın geri çevrildiği bir restorasyon dönemi olduğu görülüyor.

Restorasyon konusu açılmışken, aklıma Erdoğan'ın Cumhurbaşkanı olmasının ardından AKP Genel Başkanı ve Başbakan olarak 'atanan' Davutoğlu'nun göreve gelir gelmez yeni bir restorasyon dönemi başlatmayı vaat etmesi, sonrasında yılını doldurmadan görevden 'azledilmesi' geldi. Hayat gerçekten ironilerle dolu.

Ortak politikalar mutabakat metnine dönmek gerekirse, doğal olarak üzerinde bol bol konuşuluyor. Övülecek yeri var, yerilecek yeri var, eksikliği dikkat çeken hususlar var. İki yüz küsür sayfalık metinde bir kez dahi laiklik, cemaat ya da tarikat kelimelerinin geçmiyor olduğu gerçeğiyle de elbet bir gün yüzleşilecektir. Az önce bahsettiğim gibi, Kılıçdaroğlu'nun adaylık talebi bu tavizlere yol açarak muhalefeti iktidarın ucuz bir kopyası haline getiriyor.

Metindeki yüzlerce vaat üzerinde detaylı olarak konuşmak mümkün. Masa iktidara gelirse tüm bunlar hakkında konuşmak için bol bol zamanımız olacaktır zaten, seçim kazanılamadığı takdirde ise metnin tek faydası, basıldığı kitapçıkların hüsran dolu masalarda bardak altlığı olarak da kullanılabilecek olması... Dolayısıyla şimdilik fazla detaya girmeye gerek olduğunu düşünmüyorum.

Metne göz gezdirirken aslında 6'lı masanın neden büyük bir hayal kırıklığı olduğunu da bir kez daha hatırladım. Bahsettiğim üzere, metin bir restorasyon metni. Günümüzde trend olan kavramlar süs amacıyla bol kepçe kullanılmış olsa da pratikte yapılabilecek olanlara bakıldığında asıl amacın, Türkiye'yi Erdoğan öncesi ayarlarına döndürmek olduğu görülüyor. Tek adam rejiminin izlerini silmekte yanlış olan bir şey yok elbette, ancak bu kadar büyük bir yıkımın küllerinden doğması gereken vasat bir restorasyon dönemi değil, büyük bir değişim ve ileriye atılım hareketi olmalıydı. Adını koyamasalar da milyonların hayal kırıklığının sebebinin bu olduğunu düşünüyorum.

6'lı masanın ve masanın lokomotifi olarak Cumhuriyet Halk Partisinin vaatlerinin neden eskiye dönüş anlamına geldiği üzerine sık sık yazıyorum. Ortak politikalar metninde bu vaatleri kanlı canlı görünce bir kez daha emin olarak bu konuyu, tekrara düşmek pahasına, yeniden gündeme getirmek istedim:

Ekonomik kalkınma, Türkiye'nin en eski baş ağrısıdır. Bütçeyle ne yapılacağı konusu ise Türkiye hükümetlerinin en eski ikilemidir. (Bunun sebebi de ekonomik kalkınmanın olmamasıdır.) Bir iktidar gelir mali disiplin der, sıkı para politikası der, milyonlarca insan sosyal yardımlara bağımlı olduğu, vatandaşın yarısı ve iş dünyasının tamamı kredilerle ayakta durduğu için milletin anası ağlar, seçimi kaybeder gider. Öteki iktidar gelir, mali disiplinin seçim kazandırmadığını fark eder, para musluklarını açar, tüm seçmeni maaşa bağlar, ya enflasyonu ya da cari açığı patlatır gider. Sermaye sahiplerinin tuzu ise iki durumda da kurudur. Yüksek faiz ortamında faizden, düşük faiz ortamında aldığı ucuz kredi ve tekel konumuyla tüketimden aldığı paydan kazanır.

Bu ikilemi kıracak bir ekonomik modelin uygulanması da egemenlerin işine gelmediği için bu döngü bu şekilde sürüp gidiyor. İlan edilen ortak politikalar metni de her ne kadar yine üretim, kalkınma ve katma değer yaratan bir ekonomi vaat etse de; satır aralarına bakıldığında bu vaatlerin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı, aynı döngünün devam edeceği ve aynı tuzaklara düşüleceği görülüyor.

Örneğin metinde bol bol üretim, teknoloji ve yüksek katma değer yaratma vurgusu var. Bunun nasıl başarılacağına dair ise hiçbir somut delil yok. Özel sektörle uyumlu bir şekilde çalışarak girişimciler teşvik edilecek, bu yolla katma değer üretilecekmiş.

E hadi tamam diyelim, devlet kamu harcaması yapmasın, teşviklerle, vergi indirimleriyle, güçlü ve bağımsız kurumları kurumları ve parıldayan demokrasisiyle ülkeye yatırım çeksin, yetmedi parıldayan demokrasisi ve yatırımcı dostu ekonomi yönetimi sayesinde dışarıdan uzun vadeli borçlansın, elde edilen kaynakları özel sektöre verimli bir şekilde aktarsın, böyle de mi büyüyemeyiz? Tebrikler, 40 yıldır farklı isimlerle kullanılan tekerleği yeniden icat ettiniz.

Ülkedeki tüm sektörlerde tekel, en kötü oligopol haline gelmiş olan, piyasaya hakim konumlarını istismar ederek hali hazırda zaten çivi bile çakmalarına gerek kalmayacak şekilde akıl almaz kârlar içinde yüzen büyük sermaye sahipleri, on yıllardır alınıp aktarılan yüz milyarlarca dolarlık borç, verilen yüz milyarlarca dolar teşvikle hangi kalkınmaya önayak olmuş da şimdi farklı bir sonuç bekleniyor, ben gerçekten anlayamıyorum.

Hissedar kapitalizmi kavramı üzerine gelişmiş kapitalist ülkelerde yapılan tartışmalardan önceki yazılarımda bahsetmiştim. Sermaye sahiplerinin derdi ülkenin kalkınması değil, kendi şirketlerinin kârlılık oranıdır. Yatırımları, planlamaları, devletle olan ilişkileri tamamen ve sadece bu dinamik üzerine kuruludur. Bir ülkenin kalkınması için yapılacak yatırımlar ise kâr beklentileri ışığında değerlendirilemez. Stratejik bir sektöre yapılan yatırımlar gerekirse onlarca yıl geri dönüş sağlamayabilir, ancak bir ağacın meyve verecek noktaya gelebilmesi için gerekirse onlarca yıl bakılması gerektiği gibi, karşılıksız olarak yapılacak bu yatırımlar gereklidir.

Sermaye sahipleri ise tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de buna yanaşmayacağı için bu yönde kendileriyle yapılacak uyumlu her çalışma, binbir şirinlikle ülkeye çekilen sıcak paranın yine ve doğrudan kendi ceplerine akmasıyla sonuçlanacak, bunun da ülkenin kalkınmasına yönelik herhangi bir katkısı yine olmayacaktır. Var olan kısır döngü kırılmadığı sürece farklı bir sonuç beklemenin de akıl ve mantıkla örtüşür bir yanı olmadığı kanaatindeyim.

Şu an Türkiye'de var olan şartlar altında bırakın toplumun geniş kesimlerinde refah yaratacak bir kalkınma hamlesini, çok basit bir hayat standardı iyileştirmesi olarak ücretli çalışanları ücretlerinde iyileşme sağlayabilmek bile mümkün değil. İşgücü piyasasında ücretlerin baskılanmasına imkan veren dinamikleri ortadan kaldırmaya yönelik düzenleyici hamlelere ilişkin koca metinde tek bir kelime yok. Sayfa üzerine sayfa, özel sektörün kullanımına sunmak adına nitelikli işgücü yetiştirmeye yönelik vaatlerle dolu, ancak istihdam edilecek olan bu 'insan'ların (yoksa patronların anladığı dilden konuşarak insani sermaye mi demeliydik acaba?) insani bir ücretle çalıştırılmasını temin edecek tek bir düzenlemenin izi yok.

Cevabını biliyoruz ama yine de soralım: Peki özel sektörle yapılan bu 'uyumlu' çalışma kalkınmaya hizmet etmeyecekse, ücretlere dahi yansımayacaksa, tam olarak neye yarayacak?

Alternatif olarak, devlet belirlediği stratejik sektörlerde kalkınmayı kamu yatırımlarıyla direkt olarak amaçlasa desek, ki gelişmiş ülkelerin yeni politikaları da bu yöndedir, bu sefer de aylardır bize anlata anlata doyamadıkları, ortak politikalar metninin de ana omurgasını oluşturan mali disipline, sıkı para politikasına, bağımsız kurumların gücüne takılıyoruz.

Metnin ekonomi ve finans başlıklarının bulunduğu 22 sayfalık bölümünün içeriği somut olarak yine ve yalnızca Merkez Bankası bağımsızlığına ilişkin reformlar ve güçlü kurumlar vurgularından ibaret. Ekonomik kalkınma, üretim ve istihdam başlıkları altında sayılan diğer tüm maddeler muğlak, popülist, pratikte karşılığı olmayan vaatlerden oluşuyor. Pratikte karşılığının olmamasının sebebi de basit, tüm ekonomi yönetiminin piyasaya ve özerk kurumlara bırakıldığı, piyasanın ise kalkınma gibi bir derdinin olmadığı bu sistem içerisinde var olan döngünün dışına çıkılması imkanı bulunmuyor.

Anlatmak istediğimin en kısa özeti şudur: Metnin 73. sayfası ve devamında yazanlar, metnin neredeyse tamamında verilen vaatlerin gerçeğe dönüşmesini imkansız hale getiriyor.

Bu köşede yazdığım 31 Ekim 2022 tarihli yazımda, batıda merkez bankalarının bağımsızlığının sınırına ilişkin dönen tartışmalardan, yüksek miktarda kamu harcaması yapılmasını gerektiren sürdürülebilir ve yerel kalkınma planlarının uygulamalarının önünde engel olarak Avrupa ve ABD Merkez Bankasını bulan liderlerin homurdanmalarından uzun uzun bahsederek, artık para politikaları ve mali politikalarla ilgili bazı hakim görüşlerin dünyada değişmekte olduğunu, bizim yapmamız gerekenin de eski ezberlerden kurtularak yeni yollar aramak olduğundan bahsetmiştim.

Kaldı ki dünyada yaşanan gelişmeler de, güçler dengesinin ve statükonun bozulduğuna işaret ediyor. Küresel ticaret ve finans sistemlerinin, daha açık konuşmak gerekirse doların bir silah olarak kullanılması doktrininin kullanımının Ukrayna savaşıyla zirveye ulaşmasıyla doğudan batıya, kuzeyden güneye çok sayıda ülke bu silahın günü geldiğinde kendilerine doğru da çevrilebileceğinin bilinciyle alternatif aramaya yönelmiş durumda. Korkut Boratav'ın 3 Şubat tarihli yazısında (ilgilenenlerin okumasını tavsiye ederim), Credit Suisse'in Rusya'ya uygulanan yaptırımlarla ilgili hazırladığı "Yeni bir dünya para düzeninin doğuşuna tanık oluyoruz" ve "Savaş ekonomisine hoş geldiniz" başlıklı raporlardan yaptığı alıntı durumu açıkça özetliyor: "Artık devlet başkanları önemlidir; merkez bankalarının başkanları değil. Bugünkü enflasyon arz ve jeopolitik ile ilgilidir; ulusal taleple değil. Anlamak için Friedman’ı değil, Brzezinski’yi okumak gerekiyor."

Daha önce de ekonominin teknokratlara bırakılamayacak kadar ciddi ve bir o kadar da siyasi bir mesele olduğundan bahsetmiştim. Uygulanan ekonomik politika, siyasi (ve artık jeopolitik) bir tercihtir. Keza yapılan yanlış tercihlerin sonuçları bunları uygulayan teknokratların değil, tercihleri yapan siyasilerin başına patlar. Her ne kadar sürekli siyaset üstülük vurgusu yapılsa da 6'lı masanın yapmış olduğu tercih de siyasi bir tercihtir ve bunun sonuçlarını hep beraber bir kez daha yaşayacağız gibi görünüyor.

Türkiye'de şu an var olan ekonomik yıkım ve tek adam rejiminin yarattığı baskı ortamının, aynı neoliberal ajandanın farklı isimler tarafından ısıtılarak tekrar önümüze koyulması için uygun bir ortam yarattığını düşünenler, ortada suçlayacakları bir Erdoğan kalmadığı zaman şapkadan hangi tavşanı çıkarmaya çalışacaklar, merakla bekliyorum. Kesin olan şey, var olan değişim talebinin er ya da geç baskın geleceğidir, zira, özellikle de muhalif seçmenin bu kadar politize olduğu, sıradan vatandaşların çay içerken Merkez Bankasının geç likidite penceresi üzerine kafa yorar hale geldiği bir ülkede, kafasını gömdüğü kumda tehlikeden sonsuza kadar saklanabilen bir deve kuşu görülmüş şey değildir.

Zafer sarhoşluğu geçip de alım gücünün artmadığını, toplumdaki muhafazakarlaşmanın, cemaat ve tarikatlaşmanın önüne geçilmediğini, mutfak masrafından kısıp mecburen özel okula gönderdiği çocuğunun mutsuz, umutsuz öğretmenine, hükümetin kendisiyle 'uyumlu' bir şekilde çalıştığı ve 22.000 öğretmen çalıştıran patronu tarafından asgari ücretin reva görüldüğü, hala borçla yaşamak zorunda olduğunu, arttığı söylenen refahtan pay alamadığını fark eden seçmen elbet çok geçmeden homurdanmaya başlayacaktır.

Uzun lafın kısası, görünen o ki, o da en iyi ihtimalle, yani seçim kazanılabilirse, gerçek bir ileriye atılım için biraz daha bekleyeceğiz. Ancak önemli değil, su akıp yolunu elbet bulacaktır. Politika yapıcıların akıllanmadığı her geçen gün yay biraz daha geriliyor...