Bu salgın sürecinden bir tür başarı öyküsü çıkarmaya uğraşacakları, böyle bir umut taşıdıkları az çok anlaşılabiliyor. 'Algı yönetimi' konusunda 18 yıllık iktidarlarında belli bir alışkanlık edindikleri düşünülebilir.

Başarı öyküsüne doğru mu?

Madem hemen her bakımdan normale dönüldü, olup biteni değil olup da daha bitmeyeni biraz irdelemek artık çok da erken sayılmaz. Bunu yaparken önce yaklaşık son üç ayda neler olduğunu, hiç değilse bunların bazılarını yeniden hatırlayalım. Küresel salgın dönemi denebilecek ve daha bitmemiş bu süre boyunca belleğimizde yer etmiş olayları herhangi bir önem sırasına koymadan yazmaya çalışalım. Yorum sayılabilecek bir üslup kullanmamaya mümkün olduğunca özen göstererek… Bir de, eklemeden geçmemeli, bilmediği konulara dalan ve bu yürekliliği bazıları bizim burada yazan uzmanların öğrettiklerinden alan bir yurttaş olarak… 

Bir: Umreye gitmelerine izin verilen dini bütün yurttaşlarımızın dönüşlerinde ülkeye virüs taşıdıkları, önce belli bir kesim tarafından en azından bir kuşku olarak ileri sürülmüş, ama yöneticiler ve bağlı oldukları iktidar sahipleri tarafından, fazla bağırıp çağırmadan, reddedilmişti. Sonraları bu iddia neredeyse yalanlanmaz oldu. Birkaç gün önce, konuyla ilgili bir uzman, o zaman saptanan virüsün bilimsel incelemeler sonunda Arabistan’dan geldiğinin anlaşıldığını söylüyordu; kulaklarımla duydum.

İki: Az buz sürmemiş gerekli mi gereksiz mi tartışmalarından sonra, kullanılmazsa olmaz denilen maskenin nasıl ve kim tarafından sağlanacağı epeyce hararetli tartışmalara konu oldu. Ülkenin tek yetkili ağzından, üstelik de oldukça sert bir biçimde, maskenin kesinlikle satılamayacağı ve sadece devletin denetiminde dağıtılacağı söylendi. Hatta maske üretip yurttaşlara bedava dağıtmaya kalkışanların güvenlik güçlerince derdest edildiklerine ilişkin haberlere tanık olduk. Ardından, kâh eczaneler dağıtacak denildi, kâh PTT şubelerinden alınacak denildi, kâh cep telefonlarına gönderilecek şifreler yardımıyla edinileceği açıklandı. Sonuç olarak, bunların hiçbiri olmadı ya da her biri pek az kişinin maskeye kavuşmasını sağlayabildi. Sonunda, yine tek yetkilinin ağzından, satılacağı ilan edildi. Ancak, narh konuldu ve 1 liradan fazla fiyatla satılamayacağı bildirildi. Bu narh işine serbest piyasanın müminleri ne dediler, onu izleyemediğim için buraya yazamıyorum.

Üç: İşsiz ve beş parasız kalanların çeşitli yardım, ödeme ve talep başvuruları için oluşturduğu kuyruklar hengâmeye dönüştü. Ama ne bunlar bir düzene sokulabildi, ne de sonunda elde edilebilenler söz verilen çok yetersiz düzeylere ulaşabildi.

Dört: Hafta sonu sokağa çıkma yasaklarının ilkinde, özellikle İstanbul’da tam bir kargaşa yaşandı. Yasak başlamasına sadece 2 saat kala ilan edilince, yönetenlerinin sözüne güvenemediklerinden olmalı, 2 gün derler kim bilir kaç gün sürer düşüncesiyle midir nedir, marketlere hücum eden halkımız, hem birbirini ezdi hem de ertesi gün en fazla müsaade ve taltife mazhar kalem erbabı tarafından utanmazca aşağılandı. Ayrıca, iç işleri bakanı, sorumluluğu üstlenerek istifasını verdiyse de dilekçesi tek yetkili tarafından işleme konulmayarak hem kulağı çekilmiş hem de sırtı sıvazlanmış oldu.

Beş: Bazı sınavlar önce Nisan ya da Mayıs aylarına sonra yaz sonlarına doğru ertelenmişken en çok öğrencinin katılacağı bilinen Haziran sonundaki üniversiteye giriş sınavı önce Temmuz sonuna ertelendi, bir süre sonra yeniden Haziran sonuna geri çekildi. Şimdi, bu aydan geri kalan üç hafta sonunda, ilki daha küçük çaplı olmak üzere, üç kitlesel sınav var. Özellikle liselere ve üniversitelere giriş için 4 milyonu aşkın öğrencinin, görevlilerle birlikte beş milyona yakın insanın üst üste ikişer gün hareket halinde olacakları ve saatler boyunca kapalı mekânlarda ter dökecekleri 3 sınav yapılacak.

Altı: Milyonlarca insan, “normal olarak” işyerlerine çalışmaya gönderildikleri ilk günün sabahında, toplu taşıma araçlarına her zaman yaptıkları üzere balık istifi doluştular. Oysa, ayakta yolcu almamak ve oturma kapasitesinin yarısını ya da üçte birini kullanmak benzeri kurallar konulmuştu. Sonuç olarak, polislerin şoförlere ceza yazmaktan parmakları nasırlaştı. Aynı gün öğleden sonra, bu kurallar kaldırıldı; ayakta yolculuk bile normalleştirildi.

Yedi: Geçen hafta sonu yaklaşırken, sağlık bakanına sokağa çıkma yasağı olup olmayacağını soranlar, kemküm ya da havet olarak anlaşılabilecek bir yanıt aldılar. Tam, herhalde olmayacak tahmini ağır basacakken, iç işleri bakanlığından yasak açıklaması geldi. Açıklamada bir yandan sağlık bakanı ve onun kuruluna göndermede bulunulurken bir yandan da tek yetkilinin talimatları vurgulanıyordu. Ama burada bitmedi. Galiba 12 saat falan geçmişti, Cuma günü öğleye birkaç dakika kala tek yetkilinin attığı “tweet” geldi: Zaten çok sıkıntı çekmiş ahalimiz daha da zor duruma düşebileceği için “gönlü razı gelmemiş” ve yasağı iptal etmişti. Deminki sözcük dilimizi yeni yeni işgal ettiği sıralarda, kulakları çınlasın bizim Yalçın Hoca çok sinirleniyor ve “cik cik” diyordu. Öyledir, İngilizce sözlüklere bakılabilir, karşılık olarak “küçük bir kuşun ötüşü” biçiminde açıklamalar vardır.

Sekiz: Yaşı 65’in üstünde olan ve sayılarının 8 milyon dolayında olduğu söylenen bir yurttaş toplamı 3 aydır evlere hapsedilmiş durumdayken, bu yasağın kaldırılışından üç beş gün önce, hangi istatistikleri gizleyip hangilerini açıkladığını uzmanlar dışındakilerin tam olarak bilemediği sağlık bakanı o güne kadar hiç dile getirmediği bir sayı verdi ve koronadan ölenlerin yüzde 93’ünün bu yaş grubunda bulunduklarını söyledi. Yaşlı nüfus oranı bizdekinden çok yüksek olan Avrupa ülkelerinde de bu oran hemen hemen aynıydı. Böylece, onca zamandır evlerine hapsedilerek koruma altına alındıkları söylenen bu insanların, iddiaların aksine, Avrupa’daki “ölmeye bırakılmış” yaşıtlarından daha iyi korunamadıkları ortaya çıkmış oluyordu. 

Dokuz: En sonunda, yaşlılarımız da, “Allah başımızdan eksik etmesin” o kişinin inayetine mazhar oldular ve 10 ile 20 saatleri arasında serbest bırakılacakları ilan edildi. Şaka bir yana, az önceki duayı o yaşını başını almışlarımızın ve genel olarak halkımızın ne kadarının eksik etmedikleri de ciddi bir merakımdır. Ayrıca, hiçbir kararın gerekçesiyle ilgili soru sorulmadığı, sorulanların da karşılıksız kaldığı bilinmekle birlikte, şu akşam 20 sınırının da mantığını ne bir soran çıktı ne de bir açıklayan.  
Böyle sıra numarası vererek yazmakla ne hepsi belirtilebilir ne de okuyacakların sabır sınırları içinde kalınabilir. İyisi mi, burada keselim.

Keselim ve sadece bu salgın sürecine bakılarak yönetenlerde kolayca saptanabilecek iki önemli eksikliğe gelelim.

Bunlardan birincisi, akıl eksikliğidir, denilebilir. Elbette akılsız oldukları anlamında değildir bu. Kendilerine özgü bir akılları var kuşkusuz. Her günkü konuşmalarda, bu tür bir eleştiri ile karşılaşanlar, genellikle savunma konumuna geçerek “Benim aklım bana yeter!” biçiminde bir karşılık verirler. Burada söz etmeye çalıştığımız ise bir felsefe terimi olarak “akıl”dır. Bunu, kısaca ve kuşkusuz pek yetersizce, gerçekliği tanıma ya da kavrama yetisi, biçiminde anlatmak mümkün. Böyle bir yeti ne kadar yetersiz düzeyde ise neredeyse sonsuz bir çeşitlilik içindeki somut gerçeklik karşısında tutarsız, umarsız, yer yer de gülünç durumlara düşmek o kadar yüksek olasılıktır.

Hemen fark edilen ikinci eksikliğe gelince bunun örgütlenme ve örgütlendirme becerisindeki yetersizlik olduğu ileri sürülebilir. Yukarıda sıralanan durumlara ve birçok benzerine bakar bakmaz ilk akla gelen söz, bana anlatım gücü daha yüksek göründüğü için özür dileyerek kullanacağım, “dezorganize”dir; tam bir karmakarışıklık, düzensizlik, örgütlülükten uzaklık durumu…

Salgın sürecinin bugüne kadarki diliminde, nesnel güçlüklerin yanı sıra, bu iki yetersizlikle malul görünen iktidarın, bir de, iki farklı, hatta karşıt kaygı arasında sıkışmış olduğu öne sürülebilir, sanıyorum: Birincisi ve daha önemli görüleni, kendi deyişleriyle, çarklar ya da ekonominin çarkları dönsün kaygısıdır. İkincisi ise iktidarda olmanın getirdiği ve kendilerinin doğal olarak “milletin sağlığını düşünmek” biçiminde dillendirecekleri şu yakıcı sorudur: Ya salgın başlıca göstergeler açısından tevil kaldırmaz, manipülasyonlarla hafifletilip gizlenemez boyutlara ulaşırsa?

Yine de, bütün bunlara rağmen, bu salgın sürecinden bir tür başarı öyküsü çıkarmaya uğraşacakları, böyle bir umut taşıdıkları az çok anlaşılabiliyor. “Algı yönetimi” konusunda 18 yıllık iktidarlarında belli bir yetenek geliştirdikleri, bu sözcük fazla abartılmış bir olumluluk taşıyorsa, bir alışkanlık edindikleri düşünülebilir. Dolayısıyla, beklentilerini büsbütün dayanaksız görmek yanıltıcıdır. Sözgelimi, maliye bakanının dile getirdiği aya dört şerit yol yapma vaadine inanacakların varlığı iddiası da sadece kayınpeder övgüsünde kantarın topunu kaçırmakla açıklanamaz; sağlamlığı kuşkulu olsa bile bir dayanak sayılıyor olabilir. 

Eklemeden bitirmeyelim: Führer’in kendisi miydi yoksa en yakın adamlarından propaganda bakanı Goebbels mi, bana kalırsa, ikisinin ortaklaşa geliştirdikleri bir yol gösterme sayılabilir, şunu öğütleyişlerinin üzerinden yüz yıla yakın bir zaman geçti; belleğimde kaldığı kadarıyla yazıyorum: “Yalanın olabildiğince büyüğünü söyleyin ve hiç bıkmadan tekrar edin. İnsanlar inanacaklardır.”

Söylediler, durmadan tekrarladılar ve kitleler inandılar. İnsanlığa ise hâlâ yok edilemeyen kötülükler kaldı.