Bu kez öğrencilikten değil, nefes almak için dede toprağındayız. Ülkenin ucunda, otuz kilometre daha gitsen Sarp sınır kapısına varacağın Arhavi’deyiz.

Arhavi

Karadeniz’e otobüs yolculukları hep çok uzundur. Öğrencilik yılları o yolda geçmiş biri olarak söylüyorum, tatillerde İstanbul’dan memlekete dönecek olmak çok güzeldi fakat on beş saatten az sürmeyen o yolculuklar öğrenciliğin sevimsiz anıları arasındaydı.

Başka seçeneğiniz de yoktu aslına bakarsanız. Doksanlar, uçağın hala kalburüstü yolculuktan sayıldığı yıllardır.

O sıralar Samsun’un ötesinde bir tane havalimanımız vardı, şimdi üç oldu. Oldu olmasına ya, hepsi denize dökülen beton yığınlarıdır. Şu Karadeniz’in milliyetçilikte kimseye pabuç bırakmayan siyasetçisiyle müteahhidi hep o denizi doldurarak kazandılar.

Sahil yolu diye doldurdular.

Havalimanı için doldurdular.

Stat yapacağız diye doldurdular.

Sonuncu betonu da Rize-Artvin arasında Pazar’a, çay bardağı kontrol kuleli yeni havalimanı için döktüler.

Karadeniz, onların yüzünden beton kafese kapatılmış bir tutsak gibidir epeydir.

***

Henüz Samsun’dan başlayıp Sarp sınır kapısına kadar uzanan sahil yolu için denizi parça parça doldurdukları zamandı, 2005 yılı olmalı. Yine öyle upuzun bir otobüs yolculuğu sonrası düştük Karadeniz’e. Bu kez öğrencilikten değil, nefes almak için dede toprağındayız. Ülkenin ucunda, otuz kilometre daha gitsen Sarp sınır kapısına varacağın Arhavi’deyiz. Kocaeli’nde TÜPRAŞ’ın özelleştirilmesine karşı TKP’nin yaz boyu yürüttüğü büyük kampanyadan sonra bir haftalığına yorgunluk atacağız. En azından niyetimiz böyle. Belki Mosxora’da (Kıyıcık) denize girip, Borğola’nın (Aşağı Hacılar) altından balığa çıkacağız, belki de Cixa’nın (Kale) yamacında atmaca yakalayacağız. Ama mutlaka dinleneceğiz.

Biniyoruz otobüse, yolculuğa başlıyoruz.

***

Arhavi’yi bilen Nazım Hikmet’ten bilir. Kurtuluş Savaşı Destanı’nda yer alan “Arhaveli İsmail’in Hikayesi”nden.

Kurtuluş savaşında askeri birliklere silah taşıyan Laz takalarının tayfalarından biridir İsmail. Nazım’ın destanı, yola çıkmadan önceki gece tophane rıhtımında, Kamacı ustası Bekir Usta’nın “evladım, hiç kimseye değil, bu sana emanettir” diye ona teslim ettiği makineli tüfeği, canı pahasına yerine ulaştırma çabasını anlatır.

İsmail diye biri var mıdır bilinmez ama Nazım Hikmet’in Kurtuluş Savaşı’na katılan Lazları onurlandırdığı bu hikâye çok etkileyicidir. Bir de Nuri Kurtcebe’nin çizgilerinin eşliğinde Genco Erkal’ın sesinden dinlemek daha da öyledir.1

Şimdi yolumuz bir kez daha Arhavi’ye düşmüşken, durup dinlemenin tam vaktidir.

Ve çok uzak,
Çok uzaklardaki İstanbul limanında,
Gecenin bu geç vakitlerinde,
Kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen Laz takaları:
Hürriyet ve ümit,
Su ve rüzgârdılar.
Onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar.
Tekneleri kestane ağacındandı,
Üç tondan on tona kadardılar
Ve lâkin yelkenlerinin altında
Fındık ve tütün getirip
Şeker ve zeytinyağı götürürlerdi.
Şimdi, büyük sırlarını götürüyorlardı.
Şimdi, denizde bir insan sesinin
Ve demirli şileplerin kederlerini
Ve Kabataş açıklarında sallanan
Saman kayıklarının fenerlerini
Peşlerinde bırakıp
Ve karanlık suda Amerikan taretlerinin önünden akıp
küçük,
kurnaz
ve mağrur
Gidiyorlardı Karadeniz'e.
Dümende ve başaltlarında insanları vardı ki
Bunlar
Uzun eğri burunlu
Ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki
Sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin
zaferi için
Hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin
Bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler...

***

Ne demiştik, sene 2005. On sekiz saat süren yolculuktan sonra otobüs Arhavi otogara bırakıyor bizi. Muavin hızlı hızlı indiriyor bavulları. Artvin’e varmadan önce daha Hopa’ya, sonra Borçka’ya uğrayacak, acelesi ondan.

Bizim mahalle biraz tepede. Aşağı Hacılar diye geçiyor, biz Lazcasını, Borğola demeyi seviyoruz. İsina tepesinin yamacına kurulmuş, sırtını Cixa dağına, yüzünü denize vermiş eski ve küçük bir mahalle burası. Eski dediysem çok eski… Cixa’nın zirvesinde Cenevizlilerden kaldığı söylenen, etrafını çevreleyen ağaçlar ve kayalar nedeniyle ulaşabilmenin oldukça zor olduğu küçük bir kale bile var.

Şehrin merkezindeki otogardan yürürsen oluyor aslında, bir saat kadar çay ve fındık bahçelerinin arasından döne döne ilerleyip ulaşabiliyorsun mahalleye. Ama şimdi onca saat yolculuktan sonra oturmaktan şişmiş ayakların, sana en hızlı yoldan varmanı söylüyor eve. Taksiye atlıyoruz, beş dakika sonra Borğola’dayız.

Borğola’dan Arhavi’ye bakış.

Alışıldık olan o saatlerde mahallenin tenha olmasıdır. Hele o mevsimde, eş dost ya iştedir ya çayda. Oysa bu kez hiç olmadığı kadar insan sokakta, çocuklar bir arada, gözle görülür bir telaş var.

Evin önünde iniyoruz. Önce yerlere yayılmış boy boy kartonlar çarpıyor güzümüze. Çocuklar çember olmuş, ellerinde boya kalemleri, üstüne eğilmiş boyuyorlar her birini. “Karadeniz bizim, vermeyiz” yazıyor birinde. Diğerinde “nerede yüzeceğiz biz şimdi?”, bir başkasında “sahil yolu rant yoludur”. Yanındaki alıyor boyanmış kartonu, küçük sopalara çakıyor güzelce. Kaldırıyor havaya, “olmuş mu” diye soruyor yanındakine.

Kucaklaşıyoruz, yıllardır görmediğimiz akrabayla, eş dostla. Ne oluyor diye sormaya kalmadan, “hadi” diyorlar, “bırak eşyalarını, çıkıyoruz birazdan”.

Hava nemli, bir de yol yorgunluğu... Soluk almaya fırsat bulamadan hep birlikte çıkıyoruz mahalleden. Otuz kişi varız. Elde dövizler, çoluk çocuk, Borğola’dan aşağıya yürüyüp, tünelin Hopa tarafından yolu aşıyor, o hep denize girdiğimiz kıyıya varıyoruz.

Hazırlık var orada da. Belki bizden biraz daha fazla insan ellerinde tuttukları pankartın arkasında toplanmışlar. Televizyoncular da gelmiş. Artvin’den bir yerel kanal olduğunu öğreniyoruz. Onların arasına katılıyoruz. Geçerken göz ucuyla pankartta yazanı okuyoruz: “Kadareniz ile aramıza girme!”. Altında da imzası, “Arhavi Halkı”.

Belediye başkanı gelecek diyorlar. Sonra deniz kenarından yürünecek, uygun bir noktada basın açıklaması yapılacak. Söylenen yerin biraz ilerisinde ise dolgu çalışması sürüyor. Hafriyat kamyonlarının biri geliyor diğeri gidiyor, kepçeler onların döktüklerini düzeltiyor. Toprak, kaya ve molozdan oluşan dolgu bir taraftan denizin içine, diğer taraftan insanların denize girmeyi sürdürdüğü kıyıyı içine alıp ilerliyor.

Başkanın gelmesiyle yürüyüş başlıyor. Rengarenk, irili ufaklı taşlarla kaplı kıyıdan, dolgu çalışmasının sürdüğü yere doğru yürüyoruz. Denize girenler var, yanlarından geçtikçe onlar da katılıyor bize. Yaklaşık yüz metre yürüdükten sonra başkan yanındakilere “açıklamayı burada yapalum” diyor. Sırtımızı birkaç yüz metre uzaktaki dolgu alana dönüyoruz. Arka fona oradaki kamyon ve kepçeleri alıyoruz. Kameralar yerleşiyor. Başkan heyecanlı ve gür sesiyle başlıyor:

“Sevgili hemşerilerum. Bugün burada, çocukluğumuzdan bu yana denize girdiğimuz bu kiyida, sahil yoluni protesto etmek içun toplanduk.” Başkan denizi dolduran kamyonları göstererek konuşmasına devam ediyor: “Karadeniz bizim canımizdur. Canimiz mi çiksun?”

Sonra bir sessizlik oluyor. Yanımdaki “Ehe nana, unutti” diye kulağıma fısıldıyor. Başkan’ın danışmanları şaşkın, gazeteciler şaşkın, yürüyüşe katılanlar şaşkın… Sessizlik bir süre daha devam ettikten sonra başkan, aklına o an geldiğini ele veren bir heyecanla yeniden konuşmaya başlıyor:

“Şimdi buradan kepcelerun oraya kadar yüzerek bu olayi protesto edeceğum. Basin açiklamasini orada yapacağum…”

Sözünü bitir bitirmez hızla ceketini çıkarıyor, kıravatını ve ayakkabasını da… Atlıyor denize, başlıyor yüzmeye… Danışmanları şaşkınlık içinde birbirine bakıyor. Kısa bir kararsızlıktan sonra onlar da atlıyor başkanlarının arkasından denize. “Brovo başkan” bağırışları, alkışlar, ıslıklar… Onlar yüzüyor, biz kıyıdan dolgu alana doğru yürüyerek ilerliyoruz. Basın önde, biraz hızlı, başkan ve adamlarının sudan çıkışını görüntülemek için koşturuyor. Kamyonlar ve kepçe durmuş, çalışan işçiler de merakla olanı biteni izlemeye başlıyor.

Yaklaşık on beş dakikalık yorucu yüzüşün ardından başkan ve adamları arka arkaya kepçenin dibinden karaya çıkıyor. Mikrofanlar uzanıyor, başkan nefes nefese “evet sevguli hemşerilerum, böylece Karadenizimizu doldurmalarini protesto ettuk, eylemlerumiza devam edeceğuz…”.

***

Sonrası, suyun var ettiği bu coğrafyada suya karşı verilen çaresiz mücadeleden ibaret.

Kıyıdaki sahil yoluna yukarıda HES’ler eşlik etti. Deniz ile şehir arasına örülen duvarın benzeri, dereler ile köyler arasına örüldü. Su kaynaklarından aşağıya borular döşendi, ıslah olsunlar diye dere yatakları beton duvarların arasından akmaya zorlandı.

Şimdi bu zorbalığın bedelini, sel baskınlarıyla, toprak kaymalarıyla ödetiyor doğa.

Geçen sene Temmuz ayında yağan yağmur Arhavi’nin tüm sokaklarını sular altında bıraktı. Üzerinden haftalar geçmesine rağmen evlerin bodrumlarındaki balçık duruyordu hala. Çok daha fazlası TTB’nin felaketten beş gün sonra yayınladığı “Artvin İli Arhavi İlçesi Sel Felaketi Raporu”nda var. Utanç vesikası olarak birliğin internet sitesinde asılı duruyor.(2)

Aynı trajedi, üç yıl önce bir kez daha yaşanmıştı oysa. Kentin merkezindeki çay fabrikasına dolan sel suları ile o suların denizle buluşmasını önleyen sahil yolunun fotoğrafı bunca anlattığımız şeyi iki karede özetliyor.

Soldaki fotoğraf Çaykur Arhavi Çay Fabrikası. Şehri teslim alan selde fabrikanın içi tümüyle sular altında kaldı. Sağdaki fotoğraf ise fabrikanın denize bakan ön tarafını gösteriyor. Orada ışıkların altındaki kuru alan, sel sularını şehre hapseden dolgu sahil yolu.

***

Peki ya bizim Borğola’ya ne oldu?

Ayakta hâlâ.

Ama tedirgin.

Yağmur biraz ayarını kaçırdığında, “toprak suya doydu mu” diye İsina’nın ya da Cixa’nın eteklerine bakılıyor artık uzun uzun.

Geçen sene mahallenin ortasından kopup akan toprak kütlesi de bu korkuyu perçinliyor. Kimsenin canı yanmadı belki ama şimdi yağmur her güçlü yağdığında mahallede kalıp kalmamayı düşünüyor insanlar.

Belki de 2005’de sahil yolu Borğola’nın dibine gelene kadar beklememizin, o pankartları bu kadar geç yazmamızın bedelini ödüyoruz, kim bilir.

Yine de çok ağır bedel bu. Karadeniz ile aramıza girdiler. Derelerimizle de öyle. Şimdi toprağımızı altımızdan alıyorlar.

Ödediğimiz bedel yeter.

Çıkartacağız aradan hepsini.

İşgal bitecek.

Karadeniz’e kavuşacağız.

Derelerimizi geri alacağız.

Toprağımıza yeniden sağlam basacağız.