Yoksulluk: Kaynağı görmezden gelinen bir sorunun anatomisi

Eşitsizlik ve yoksulluk, yolsuzluk veya piyasanın işleyişindeki 'bazı aksaklıklardan' değil sermaye sınıfının emekçi halkımızın ürettiklerine el koymasından kaynaklanıyor.

EVİN NAGEHAN

Uzun bir süredir gaipten gelmiş canavarların ülkesinde olduğumuza inandırmaya çalışıyorlar bizi. 1980’ler ve sonrasında ‘enflasyon canavarı’, 1990’lar ve sonrasında ‘trafik canavarı’ ve sonrasında başkaları. Hepsi sorumlusu, tarafları, özneleri olmayan sorunlarmış gibi anlatıldılar bizlere. Pazarcık Depremi sonrasında kendi suçlarının üstünü örtmeye çalışan AKP iktidarı da hemen ‘asrın felaketi’ diye yeni bir canavar uydurmuştu. Emekçi halkımızın acil gündemi olan, AKP döneminde daha da yaygınlaşan yoksulluk konusunda da hem AKP hem de onun alternatifi olduğunu iddia edenler tarafından benzer bir yaklaşım sergileniyor. Yeni canavarımızın adı ‘derin yoksulluk’. O zaman bu meseleyi derinlemesine incelemek gerekiyor.

Yoksulluğun üretim ilişkilerinden, yani emek ve sermaye arasındaki çelişkiden türemesi ve sınıfsallığı su götürmeyen bir gerçek olmasına rağmen AKP ve düzenin makyajlarla devamından yana olan muhalefet partileri bu meseleyi çok farklı bir şekilde ele alıyor. AKP ve siyasal İslam, yoksulluğu, gelir eşitsizliğini, iş cinayetlerini ‘fıtrat’ ve ‘kader’ gibi kavramlarla ele alarak ve meseleyi inanç düzlemine taşıyarak büyük bir hileye başvuruyor. Bu yaklaşım artık eskisinden çok daha büyük bir çoğunluğumuzu ikna edemiyor. Düzenin sahiplerinin ise yeni ikna kavramlarına ihtiyaçları var. Düzen içi muhalefet ve soldaki uzantıları tarafından toplumumuzda sola kayan kitlelerin sınıfsal bir bakışla beslenmesini ve buradan meselelere bakmasını engelleyen ideolojik bir kuşatmayla karşı karşıyayız. Bu yüzden bu cenahtan yoksullukla ilgili söz söyleyenlerin sorunun nedenleriyle ilgili iddialarını ortaya koyup tartışmamız gerekiyor. 

Yoksulluğun nedeni yolsuzluk mu?

CHP adına yoksulluk meselesi adına konuşan, partisinin Yoksulluk Dayanışma Ofisi Koordinatörü olan Hacer Foggo, bu meselenin ‘sınıfsızlar sınıfı’nın bir meselesi olduğu görüşünü benimsiyor. Sınıfsızlar sınıfı ile kastedilen ise kendisinin deyimiyle “bir sınıfa ait olmayanlar, geçici işlerde çalışanlar, güvencesizler, gelecekleri olmayan bir kesim. Sınıf atlaması zor bir kesim; açlık sınırının da altında, derin yoksulluk yaşayanlar.” Foggo, yoksulluğun temel nedeninin ‘yolsuzluk’ olduğunu iddia ediyor. Bu yaklaşım, iddia sahiplerinin niyetlerinden bağımsız olarak meselenin kazanan tarafını, yani yerlisiyle, millisiyle, yabancısıyla Türkiye’deki sermaye sınıfını görünmez kılıyor. Yazımızda bu iddiaları ele alıp, yoksulluğun esas sebeplerini ve taraflarını ortaya koyacağız.

İlk iddiayla başlayalım. Kimdir bu ‘yoksul’ dedikleri? Evlerinde ziyaret edip, televizyon kanallarında ne kadar kötü durumda olduklarını anlattırdıkları insanlarımız aslında sigortasız, güvencesiz çalışan ya da biraz daha ‘şanslıysa’ kayıtlı fakat asgari ücret civarında bir maaş alarak çalışan, değilse ya hiçbir iş tutturamayan, iş bulamayan ve bir süre sonra işsizlik istatistiklerine bile yansımayan1, hasbelkader emekli olsa da yoksulluğa mahkûm edilen ya da hiçbir şekilde emekli de olamayan emekçi halkımızdan, işçi sınıfımızdan başkası değil. İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm, Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu’nun çevirilerinden birine yazmış olduğu önsözde önemli bir hatırlatma yapıyor:

1830’lara gelindiğinde Avrupa’nın ekonomik açıdan gelişmiş bölgelerinin artık sadece basit bir şekilde ‘yoksullar’ın değil, tarihsel olarak benzeri olmayan bir sınıf olan proletaryanın sorunu olan bir toplumsal sorunla karşı karşıya olduğu aklı başında her gözlemci için apaçıktı.”

1830’lardan günümüze kadar geçen iki asra yakın zamanda sadece Avrupa’da değil, ülkemiz Türkiye de dahil olmak üzere dünyanın her yerinde kapitalizmin gelişimi, sermaye birikim süreçleri ve toplumların daha geniş kesimlerinin işçileşmesiyle birlikte yoksulluğun sınıfsal karakteri eskisinden çok daha yakıcı bir şekilde kendini gösterdi. Demek ki yoksulluk ‘sınıfsızlar sınıfı’nın değil, ülkemizin ezici bir çoğunluğunu oluşturan, adıyla sanıyla işçi sınıfımızın, emekçi halkımızın tamamının taraf olduğu bir meselesidir.

Yoksulluk meselesinin diğer tarafında sermaye var

Yoksulluk meselesinin bir tarafında işçi sınıfı var ise, demek ki diğer tarafında da başka bir sınıf var demektir. Sömürünün devam etmesi, çarkların hiç durmaması için görünmez kalmayı tercih eden, onu görünmez kılanları siyasi iktidara getirmek veya tutmak isteyen bir sınıf, yani büyük tekellerden, sermaye sınıfından bahsediyoruz. Adları hepimizin malumu olan, Forbes, Capital gibi dergilerin en büyük şirketler listelerinde yayınlanan Koçların, Sabancıların şirketlerinden bahsediyoruz. Orhan Gökdemir’in de altını çizdiği gibi meselemiz Limak Holding, Cengiz Holding, Kolin İnşaat, Kalyon İnşaat ve MNG Holding’den oluşan ‘beşli çeteden’ ibaret değil, çünkü ‘…çeteleşme faaliyeti bu beşliden ibaret değil. TÜSİAD bu çetelerin en büyüğü, en örgütlüsü; 600 civarındaki üyesi 4 bin 500’e yakın şirketi temsil ediyor. Bu şirketler ülkedeki kamu dışı milli gelirin yarısını kontrol ediyor. Onlar da iktidarın himayesinden yararlanıyor, korunup kollanıyor. Ara sıra çıkan kayıkçı kavgaları ise işin doğasında var.’ 

Bir önceki yazımızda da değindiğimiz verilere yenilerini de ekleyerek büyük tekellerin, sermaye sınıfının nelere el koyduğunu hatırlatalım. 2021 senesinde Türkiye’nin en zengin yüzde 1’lik kesimi ülkemizde gerçekleşen toplam üretimin, yani elde edilen toplam gelirin yaklaşık yüzde 19’una el koyarken, nüfusun en düşük gelirli yarısına ise bunun yüzde 14’ü düşüyor. Yani, bir sene içerisinde, en zengin yüzde 1’lik dilimdeki ortalama kişi en düşük gelirli yüzde 50’lik dilimdeki ortalama kişinin 66 katına el koyuyor. Bu sadece bir senede ortaya çıkan bir tablo ve kapitalizm sistematik olarak eşitsizlik üreten bir sistem olduğu için dahası var. Aynı yılda toplam servetin, yani şirketlerin, malların, mülklerin, arazilerin, banka mevduatlarının dağılımına baktığımızda daha çarpıcı bir tabloyla karşılaşıyoruz: En zengin yüzde 1’lik dilimdeki ortalama kişi, en düşük gelirli yüzde 50’lik dilimdeki ortalama kişinin 580 katı servete sahip. TÜİK’in 2021 verilerine göre çeşitli alt limit kriterlerine bağlı olarak hesaplanan yoksulluk oranı ise yüzde 9 ile 29 arasında değişiyor.2

Demek ki eşitsizlik ve yoksulluk, sermaye sınıfının, emekçi halkımızın ürettiklerine el koymasından kaynaklanıyor. Farklı bir şekilde ifade edersek, emekçilerin bir sınıf olarak kendi ürettiklerinin çok büyük bir kısmından piyasa mekanizmaları ve devlet iş birliğiyle mahrum bırakılmaları eşitsizliğin ve yoksulluğun esas sebebi. Piyasa, ne kadar ‘regüle’ edilirse edilsin zaten büyük tekeller ve genel olarak sermaye sınıfı için çalışan bir mekanizma. ‘Tarafsız’ olduğu iddia edilen devlet aygıtı ise özelleştirmeleriyle, emekçilerden alınan dolaylı veya dolaysız vergileriyle, kamu adına borçlanmaları ve sermayeye kaynak aktarımlarıyla, bunları gerçekleştirmek için çıkarılan ‘kanunları, yönetmelikleri ve bütün kararlarıyla’ emekçi halkın karşısında, aynı anlama gelmek üzere sermaye sınıfının yanında yer alıyor. 

Bütün bu meseleye bir de emekçilerin temel ihtiyaçları açısından yaklaşalım. Emekçilerin beslenme, sağlık, barınma, giyinme, ulaşım, haberleşme, eğitim, kültür ve sanat faaliyetlerine katılma, tatil yapma3 gibi geçim araçlarının sermayenin elinde ve denetiminde üzerinden kâr elde etmek amacıyla üretilen metalara dönüşmüş olduğu bir ülke ve dünyada yaşıyoruz. Bu durum kapitalizmin ortaya çıkışından beri büyük ölçüde böyleydi, lakin eğitim, sağlık ve ulaşım gibi hizmetler ulus devletlerin ortaya çıkışıyla kamusal bir niteliğe bürünseler de özellikle kapitalizmin ‘neoliberal’ adı verilen döneminde özelleştirmelerle ve bu alanların aşama aşama piyasaya terkedilmesiyle bu niteliklerini yitirdiler. İstisnai ‘refah devleti’ döneminde bunların önemli bir bölümü ya ücretsiz ya da düşük fiyatlarla emekçilere sunuluyordu. (Sosyalist ülkelerde emekçi halka sunulanları ve bu ülkelerdeki tecrübeyi saymıyoruz bile.) Yoksulluk sorununu kökünden halletmek için gerekli şartlardan biri, bu ihtiyaçları üreten sektörlerin (tekrar) devletleştirilmesi ve patronlara kâr amaçlı değil, emekçilerin ihtiyaçlarının sağlanması temelinde üretildiği bir düzene geçiştir.4 Oysaki bırakın bu adımları atmayı, CHP’nin de içinde yer aldığı Altılı Masa’nın ‘Ortak Politikalar Mutabakat Metni’nde ‘TCDD ve TCDD Taşımacılık A.Ş.’ni çağdaş yönetim sistemlerinin gerektirdiği kâr ve maliyet odaklı şirket yönetim uygulamalarına kavuşturacağız’ denerek AKP döneminde, özellikle de Ali Babacan’ın bakan olduğu dönemlerde yapılan özelleştirmelerin devamının geleceğinin sinyali veriliyor. 

Temiz bir kapitalizm mümkün mü?

Bütün bu tabloyu yok sayarcasına yoksulluğun nedeninin yolsuzluk olduğunu iddia etmek, meseleyi yandaş şirketlere usulsüzce verilen ihalelere ve kıyaklara indirgemek, ‘temiz’ bir kapitalizmin işleyebileceğini iddia etmek mümkün mü? Öncelikle yolsuzluğun kapitalizm için bir istisna değil, kural olduğunu hatırlatmamız gerekiyor. Kapitalizmin ‘neoliberal’ denilen dönemi öncesinde de, bu döneme geçerken de yolsuzluklar sıradandı ve günümüzde de öyle olmaya devam ediyor. Daha erken sanayileşmiş kapitalizmin merkez ülkelerinde sermayedarların kendi aralarında oyunun kurallarını koymak için geçirmiş olduğu yasalar da ne yolsuzlukları ne de yoksulluğu ortadan kaldırdı. İnsan sormadan edemiyor: Yoksulluğu bu temelde alarak ‘çözmeye’ çalışmak iyilik midir? Değildir. ‘İnsanın insanı sömürmesi, haksızlıkların en büyüğüdür. Büyük kötülüktür.’

Emekçi halkımızın yaşadıkları ve onun durumunu ele alanların takındıkları tavır, Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü adlı romanında kahramanımız Kara Bayram’ın yaşadıklarını hatırlatıyor. Kara Bayram’a tezgâh kuranlar nasıl ‘Bu ne, bu kim yahu’, ‘Allah Allah, yerde bir adam yatıyor’ diye söylenirlerken nasıl sebebini çok iyi bildikleri ve sorumlularıyla ortak oldukları bir gerçeği bilmezlikten geliyorlarsa, gittikçe daha da yoksullaşan sınıfımıza da düzenin bekasından sorumlu olanların ‘sol’ kanadı da benzer bir şekilde yaklaşıyor. İyi niyetli bile olsalar, tuttukları yol, kapitalist üretim ilişkilerini ve bu ilişkilerin bir tarafı olarak zenginleşen sermaye sahiplerini görünmez kılma işlevi görüyor. Bu sınıfı teşhir etmeye, tüm emekçi halkımızla birlik, mücadele ve dayanışma içerisinde patronların ensesinde olmaya devam etmek zorundayız. Bunun için şimdiye kadar bir şey yapmadıysak, bu 1 Mayıs’ta sınıfın partisiyle yürümek güzel bir başlangıç olabilir

  • 1. İstatistiklerle ilgili bir not: TÜİK’in de benimsediği Uluslararası Emek Örgütü’nün (ILO) tanımına göre hesaplanan dar tanımlı işsizlik tanımı, yalnızca istihdam edilmeyip son dört hafta içerisinde iş aramak için belli bazı girişimleri yapmış olanları kapsıyor. Bu karikatür tanımın Covid-19 döneminde gerçek, yani geniş tanımlı işsizlik oranını yansıtmadığı eskisinden daha yakıcı bir şekilde kendini gösterince, TÜİK 2021 yılının ilk çeyreğinden itibaren ‘potansiyel işgücü’ adını verdiği bir rakamı yayınlamaya başladı. Yani ‘iş bulma ümidi olmayanlar’, ‘işbaşı yapabilecek olup iş aramayanlar’, ‘zamana bağlı eksik istihdam edilenler’ gibi diğer kategorilere sokulan emekçiler de artık dar tanımlı işsizlere katılarak ‘atıl işgücü oranı’, yani geniş tanımlı bir işsizlik oranı hesaplanmaya başlandı. 2023 Ocak verilerine göre Türkiye’de dar tanımlı işsizlik oranı yüzde 10 civarındayken, geniş tanımlı oran yüzde 23’ü buluyor.
  • 2. Ahmet Haşim Köse ve Serdal Bahçe hocalarımız Marx’ın Kapital’inin 140. sene-i devriyesinde yazdıkları “Yoksulluk” Yazınının Yoksulluğu: Toplumsal Sınıflarla Düşünmek başlıklı çalışmalarında, burada değindiğimiz meselelerin bir bölümünü daha derin ve uzun bir şekilde incelemiş, ‘yoksulluk’ yazınının sefaleti anlatmış ve toplumsal sınıflarla düşünmeye çağrı yapmışlardı http://www.praksis.org/wp-content/uploads/2012/08/19-Kose-Bahce.pdf
  • 3. Evet, bu son saydığımız iki üç madde de temel ihtiyaçlardandır. Sermaye hegemonyası en temel ihtiyaçlarımızı bile gittikçe daralan bir listeye hapsetmiş, bu hapis ne yazık ki zihinlerde de karşılık bulmuştur.
  • 4. Fakat bu yeterli bir şart değildir. Bu geçim araçlarının üretimi için gerekli olan makine, donanım, yazılım, ara mal, hammadde sağlayan ağır sanayi, bilişim, enerji, madencilik, telekomünikasyon, lojistik gibi ‘üretim araçlarını’ üreten sektörlerle finans kuruluşlarının da devletleştirilmesi gerekir. Bkz.https://www.tkp.org.tr/aciklamalar/iste-tkpnin-cozumu-ekonomi/