Üstte duranlar

İki ve daha çok sayıda topluluğun, kurumun, örgütün hiçbirinin içine girmeyip her durumda, her konuda, her konumlanış ya da taraflaşmada farklı zamanlarda farklı birini destekleyen; doğru ve/veya üstünlük sağlayıcı tutumun bu olduğunu savunan kişilerden söz edecek bu yazı.

Aslında biraz daha sınırlandırmak gerekiyor. Üstte duranlara, daha doğrusu, kendilerini birilerinin, bir şeylerin dışında ve üstünde durup oradan bakıyor, oradan yanlışı doğruyu ayırt ediyor sananlara ilişkin durumlardan birine çok kısaca değinmekle yetinen bir yazı olacak bu.

O örnek durum siyasetle, siyasal mücadelenin birbirine yakın iki alanı ile ilgili.

Ortaya çıkış yahut yaygınlaşma zamanları bakımından hangisinin daha önce olduğunu şu anda pek kestiremiyorum. Birbirine yakın zamanlardı demekte sakınca yok; neredeyse eşzamanlı olarak ortaya çıktıkları söylense bile çok yanlış olmaz.

Yine de “partiler üstü sendikacılık” daha önce gelmiştir, denebilir. Partiler üstü olan solculuk, sosyalistlik, komünistlik ise herhalde daha sonradır. Bu ikincisini ilki gibi tırnak içinde ve yerleşik bir deyiş olarak yazmayışımız, ilkinin burada tırnak içinde verilen biçimiyle ortaya atılıp uzun süre yinelenip durmasına karşılık, ikincisi için bu kadarcık da olsa bir dobralıktan, açık sözlülükten söz edilemeyecek oluşuna bağlanabilir. Gerçekten de “partiler üstü sendikacılık” onyıllar boyunca makbul yaklaşım olarak savunulurken, sol/sosyalist/komünist siyasal mücadelenin partiler üstü olması, öyle yapılması gerektiğini açıkça savunan hemen hiç olmamıştır.

Bunun Marx ve Engels’ten başlayarak ama asıl ağırlığını Lenin ile kazanarak hep başat olmuş  ve Lenin önderliğindeki mücadelenin zafere ulaşması ile bir tür dokunulmazlık zırhına bürünmüş anlayıştan kaynaklandığı söylenebilir kuşkusuz.

Öte yandan, en azından bizim ülkemiz söz konusu olduğunda, şu da doğrudur: “Partiler üstü sendikacılık” savunucuları bunu sözüm ona bütün partileri kast ederek gündeme getirdiklerini ileri sürerlerken, gerçekte sadece düzen dışı partileri akılda bulundurmuşlar ve düzen partileri ile değişik biçimlerde işbirliği ve ortaklaşma yollarını açık tutmuşlardır. Buna karşılık, dağın taşın solculuk olduğu ileri sürülebilecek kesintili 1960-80 döneminin ilk yarısında, düzen dışı sol siyaset yapacaklar için tarafsız olunacak, eşit uzaklıkta kalınacak, başka bir anlatımla, üstte durulacak birden fazla sayıda parti yoktur ya da hemen hemen yoktur. Düzenle barışık olmayan sol siyasete yakınlık duyanlar için programına, genel siyasal çizgisi ile güncel tutum ve eylemlerine, yöneticilerinden örgütlenme biçim ve anlayışına kadar yönelttikleri itirazları ne olursa olsun, üyesi olunarak ya da zamanın deyişiyle sempatizan kalınarak desteklenebilecek tek bir parti vardır. Düzen dışı siyasete eğilim gösteren herkes, yazarı, sanatçısı, bilim insanı, üniversite hocası ya da öğrencisi, kuşkusuz siyasete yakın ilgi duyan işçisi köylüsü, herkes, Türkiye İşçi Partisi üyesi, destekçisi, yandaşı konumundadır.

İsim isim de pek çok örnek verilebilir. O çokluğun içinden herhangi bir ölçüt gözetilmeden, rasgele seçilmiş birkaçıyla yetinelim.

Süreleri farklılık göstermekle birlikte Yaşar Kemal, Çetin Altan, Fethi Naci, Edip Cansever gibi yazarlar, şairler, sanatçılar; Sadun Aren, Mehmet Selik, Yalçın Küçük, İdris Küçükömer gibi üniversite hocaları; bir iki yıl hatta üç beş ay sonra çok farklı örgütler oluşturmaya yönelecek Sinan Cemgil, Hüseyin İnan, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan gibi üniversite öğrencileri…

Bir askeri darbe ile ortadan ikiye bölünmüş o yirmi yıllık dönemin ilk yarısının sonu ile ikinci yarısının tümü ise ayrışmaları, toplaşmaları, bölünmeleri, birleşmeleri, bunlarla birlikte hem zengin hem kafa karıştırıcı, hem ilerletici hem duraklatıp parçalayıcı etkileriyle hepsine ve herkese eşit uzaklıkta kalma, tümünün ve her birinin üzerinde durma eğiliminin oluşup gelişmesine elverişli bir nesnel temel yaratmıştır. Bunu söylemek, hatta 1980’den bugüne kadarki çok uzun sürmüş karanlık dönemin o temeli büsbütün genişletip sağlamlaştırdığını eklemek, üstte ve uzakta durma eğilimini haklılaştırmak anlamına gelmez.

Ayrıca, o kesintili yirmi yılın geride kaldığı, bir daha yaşanmasının ise ne mümkün ne de gerekli olduğu besbellidir. Bugünün içinden bakılarak konuşulduğunda söylenebilecekler de üç aşağı beş yukarı belli sayılır.

Üstte durarak, eşit ya da az çok eşit mesafede kalarak kısa bir süre geçirmek mümkündür. Doğru yahut doğruluğu belli bir güvenle savunulabilecek kararı vermek için kendine zaman tanımak bakımından bunun belli bir yarar sağlayacağı da düşünülmez değildir; düşünülebilir.

Ama üstte durma, mesafeli davranma süresi uzadıkça düşme tehlikesi de artar. Düşmek derken, üstüne çıkılmış bir çatı ya da dam bulunmadığına göre, kol, bacak, kafa benzeri önemli organları kırma tehlikesi yoktur elbette. Lakin, siyasetti, mücadeleydi, şuydu buydu, her şeyin dışına düşme tehlikesi çok fazladır ki, o durumda, bütün buna benzer düşünmelerle konuşmalar boşa gitmiş olacaktır.

Yanlış anlaşılmasın, düşünmelerle konuşmaların boşa gitmesi demiyorum, boşa giden daha ne çok şey var, hayatımızı yaşanabilir kılanın dışına düşmekten söz ediyorum, ondan kötüsü ne olabilir!