Solculuğumuzun kaynakları derken…

“Ama vakıfız Nazım Hikmet’e, Orhan Kemal’e. Okuyoruz ne bulduysak. Benim keşfim Hasan Hüseyin. ‘Kızılırmak’ başucu kitabım. Olağan hal bu da. Bizim kuşak romandan, şiirden, türküden, Yılmaz Güney filminden öğrendi solculuğu.”

Orhan Gökdemir’in 24 Ekim günkü yazısından aldığım bu satırlardan yola çıkarak birkaç not yazmak istiyorum. Eğer kuşakları onar yıllık dönemlere ayırıp anlatıyorsak, onun benden sonraki kuşakta yer aldığını belirtmem gerekir.

Buna karşılık, Orhan’ın dediği benim kuşağım için de aşağı yukarı geçerli sayılır. “Kızılırmak”, Yılmaz Güney gibi özel adları belirtmemiş olsa, önceki cümlede aşağı yukarı yerine tümüyle geçerli, demem gerekirdi. Bizim de solculuğu öğrendiğimiz kaynakları, hiç değilse başlangıçtakileri, “roman, şiir, türkü…” biçiminde sıralayabilirdim rahatlıkla.

Aslında, bizden önceki kuşağın da solculuğu öğrendiği başlangıç kaynakları bakımından çok farklı olmadığı söylenebilir, sanıyorum.

Öte yandan, daha yakına doğru gelecek olursak, Orhan’ın kuşağından bir sonraki ve iki sonraki kuşaklar için de benzer bir saptama yapılabilir mi, emin değilim. Orada sınıflandırabileceğimiz insanlar arasında o kadar yakından tanıyabildiklerim pek az. Dolayısıyla, bu kuşaklar sıralamasını daha fazla uzatmayalım.

Öyle bile yapsak, ilk haliyle, ortasında benim kuşağımın yer aldığı birbirini izleyen üç kuşak boyunca geçerli olduğunu ileri sürebileceğimiz bir saptamaya ulaşmış oluruz: Yaklaşık otuz yıl boyunca ve yine yaklaşık otuzlu yılların ortalarından altmışlı yılların ortalarına kadar geçen bir süre içinde doğup yetişmiş bir solcular kuşağının ilk eğitimlerini edebiyatçılardan, daha genel konuşursak, sanatçılar ile onların yaratılarından aldıkları ileri sürülebiliyor.

İlki 1968’de sonuncusu 1998’de yayımlanmış yazılarımdan yapılmış bir derlemede kitaplardan hisseler çıkarmaya çalışan bir bölümde “Edebiyat da Öğretir Dünyayı” başlığını taşıyan bir yazıya yer verdiğimi hatırlıyorum şimdi. Edebiyat ve genel olarak sanat eserleriyle ilgili beklentimizi, tümünü değilse bile, o beklentimizin hiç vazgeçilmez bir bölümünü genellikle böyle dile getirmişizdir. Engels’in Balzac’tan öğrendiklerinin onun çağdaşı durumundaki tarihçi, istatistikçi ve bunlara benzer yazar çizerden öğrendiklerinden çok daha fazla olduğunu söylemiş olması, daha doğrusu, bizim bunu okuyup öğrenmemiz, bu doğruyu daha rahat dillendirmemizi de sağlamıştır kuşkusuz. Hatta, gereğinden çok tekrar etmemize yol açmıştır, da diyebiliriz.

En azından yukarıda tanımlamaya çalıştığım üç kuşak için geçerli olduğunu söylediğim durumun herhangi bir eksiklik ya da yetersizliği gösterdiğini düşünmüyorum. Tersine, bunun, nesnel denebilecek bir saptama olmanın yanı sıra, az rastlanır bir durum da sayılamayacağını ileri sürmek yanlış olmaz.

Bunun nedenleri üzerinde biraz düşünebiliriz.

Nedenlerden birini yazmış durumdayız zaten. Sanatın başlıca işlevlerinden biri gerçekliği yansıtması, böylece içinde yaşadığımız dünyayı kavrama ve değiştirme yolunda okuyucuya/izleyiciye yol gösterici, ışık tutucu, ufuk açıcı olmasıdır.

Buraya kadarı, deyiş uygunsa, olumlu neden. Olumsuz nedenlerden de söz edilebilir.

Bir olumsuzluk ya da eksiklikten kaynaklandığı için böyle nitelendirilebilecek nedenlerden biri, ülkemizin toplumsal, iktisadi, kültürel açılardan az gelişmişliği olarak belirtilebilir. Bu az gelişmişliğin bir ürünü olarak bilimsel çalışmalar ile bilim eğitiminin yetersizliği, başka kaynaklar arayıp bulma ihtiyacını doğurmuştur, denebilir.

Benzer biçimde ve yine aynı az gelişmişlikle de bağlantılı olarak, toplumumuzda emekçi sınıfların mücadeleleri ağır biçimde bastırılmış, hem kalıcı bir örgütlülük düzeyine hem de kapsayıcı bir gelişkinliğe ulaşamamıştır. Bunun, o mücadeleleri, onların ürünü olan solculuğu öğrenmek bakımından ciddi bir kaynak yetersizliğine yol açarak ikincil denebilecek kaynaklara başvurma gereğini ortaya çıkarması şaşırtıcı sayılmamalıdır.

Başlarken sadece birkaç not yazmak istediğimi belirtmiştim. Bir not daha ekleyerek bitireceğim.

Orhan kendi kuşağının solculuğu öğrendiği kaynakları “roman, şiir, türkü, Yılmaz Güney filmleri” diye sıralamış. Ben bu sıralamada sonda yer verilen filmleri, yaratıcısının bizim açımızdan da söz konusu olmuş efsaneliği tartışılmaz olmakla birlikte, onlar bizim kuşak için aynı işlevi görmüş sayılamayacağından, bir kenara ayırabilirim. Onun yerine “tiyatro” yazacağım. Yalnız, buradaki tiyatro seyirciliğinden ibaret değil; tiyatro yapmak da var bunun içinde. Bir dönem, sınırlarını açık seçik çizmem pek mümkün görünmüyor, ellili yılların sonlarına doğru başlatılıp bütün altmışlı yıllar içine alınabilir, tiyatro yapmaya çabalamışızdır. O çabalar sırasında birbirimize, eskiler yenilere, büyükler küçüklere solculuğu anlatmışızdır. Kendimiz kendi ustalarımızdan ne kadar dinlemiş, kendi başımıza üç beş satır okuyup öğrenmeyi ne kadar becerebilmişsek artık. Ne kadar yaygındır, çok güvenilir bir yanıt bulmam mümkün görünmüyor; ama bir iki en büyük kent ile sınırlı kalmadığını, en azından onların çevresindeki kentlere, üniversite öğrencisi gençlerin babaevlerine erişimi kadar yakındaki küçük kentlere doğru yaygınlaşabildiğini söylemekte kabul edilemez bir yanıltıcılık görmüyorum.

Hani tiyatrocuların çok sevip tekrarladıkları “kulisin tozunu yutan, bir daha kopamaz” mıydı, neydi, öyle bir söz vardır ya, bizim kuşağımız açısından, o tozun anlamı ve unutulmazlığı tiyatro ile sınırlı değildir; o tozda bir daha hiç kopulamayan, kopulmak istenmeyen, ciğerlerimize çekilerek bir canlılık kaynağı olarak tutulmak üzere solculuk zerreleri saklı durmaktadır.

Bir de, daha önce okuduklarını hatırlayabileceklerden özür dileyerek, yaşanmış bir öykü anlatıp sonlandıralım. Yaşanmışlığının yanı sıra hem gülünç hem de hüzünlü…

Bundan yedi sekiz yıl kadar önce. Bir vesile uydurup o sözünü ettiğim küçük kentlerden birine düşürmüşüm yolumu. Tiyatro ile birlikte solculuğun da ilk tozlarını yuttuğum yeri arıyorum. Dönüp dolanıyorum, burada olacaktı, ama koskoca binaydı, nereye girmiş olabilir! Böyle saçma söylenmelerle oradaki yıkık dökük bir kahvehanenin önünde, sabah güneşinin altında çayını yudumlayan, ellibeş altmış yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim kavruk suratlı adama yaklaşıyorum. “Kardeşim” diyorum, “kırk beş yıl kadar önce buralarda bir gençlik tiyatrosu olacaktı, n’oldu acaba?”

Yüzüme şaşkınlıkla bakıyor adam; üşenerek konuşuyor sanki: “Abi, ben kırk iki yaşındayım!”