İstemek başka sevmek başka

Bu kez iki ayrı konu üzerinde duracağım. İlki, güncel mi güncel; hem de güncelin tam göbeğinde. Böyle deyince hemen anlaşılmıştır. Belki bir süre daha devam edecek seçim ve sonuçları ile ilgili tartışmaların, değinmelerin, kibarlık etmeden söylenirse, ıvır zıvırın bir parçası. İkincisiyse, ilk bakışta, pek öyle sayılmaz; hatta, sayılmaz mayılmaz değil, güncelliğin kıyısından bile geçmiyor, denilebilir. Ama aslında tam tersi, asıl güncel olan o ikincisi. Akıl yürütmeye, çözümleme yapmaya çalışanların amaçları bizimkine benziyorsa elbette…  

Bu merak uyandırıcı olacağı varsayılarak yapılan girişten sonra, devam edebiliriz.

***

Şöyle ya da böyle, şu ya da bu yolla, seçimin “galibi”nin Erdoğan olduğu üzerinde konuşmak anlamsız görünüyor. Burada “galibi” sözcüğünü tırnak içinde yazmanın, öyle bir kuşkuya yol açsa da, cümlenin ileri sürdüğü saptamayı hafifletme ya da değersizleştirme amacı taşıdığını düşünmemek gerek. Sadece şuradan ileri geliyor: Bu sözcüğü kullanmak oldum olası hoşuma gitmez, bu tür başka sözcükler de var. Onları kullanmadan edemediğimde, genellikle, böyle tırnak içine alırım. Yoksa, kimileyin bu noktalama işaretiyle yapılana benzer bir alay, bir küçümseme edası söz konusu değil.

Galibiyeti teslim etmekte birleşenlerin büyükçe bir bölümü, bu politikacının ne kadar sevildiğini de üstünlük konusundaki aynı görüş birliğine bağlıyorlar. Daha açıkçası, bunca galibiyet kazandığına göre, demek ki, ahali kendisini seviyor! Böyle demeye getiriyorlar. Bu bağlamanın emekçi sınıflar düşünülerek yapılanı, farklı bir irdelemeyi gerektirir, onu şimdilik bir yana bırakıyoruz; belki ileriki günlerde oraya döneriz. Burada kısaca ele alacağımız, egemenlerin, daha daraltıldığında, sermaye sınıfının sevgisi olacak.

Herhangi bir politikacıyı sevmek başka, istemek başkadır. İstemek derken, onun ülke yönetiminde söz sahibi olmasını, olmakta devam etmesini, hatta devam ederken de daha başat bir konumda bulunmasını istemeyi kast ediyoruz. Bu açıdan bakıldığında, ülkemizde sermaye sınıfının içindeki irili ufaklı kişilerin ve ailelerin, özellikle de en büyüklerin, ortalıkta dolaşanlar arasında Erdoğan’dan başkasını istemeleri için ciddi bir neden bulmak kolay değil. Yine de onlar ve özellikle büyükler arasında “o olmasa iyi olurdu” biçiminde düşünenler bulunduğunu, o kadar da değil, böyle düşünenlerin çoğunluğu oluşturduğunu ileri sürmek hiç de yanlış sayılmaz. Ama, hemen ardından, o olmayacaksa kim olacak sorusu gelir elbette. O soruyla birlikte, şu soru biçiminde düzenlenmiş uyarı da kapitalistlerin aklına düşmektedir mutlaka: İş başında hiç görmediğimiz bütün o bilinmeyenler ve ancak bazı yönleriyle az çok kestirilebilenler kalabalığı karşısında, Cumhuriyet tarihinde benzersiz ölçüde uzun bir süredir iş başında görüp tanıdığımız, eksiği gediği ne olursa olsun düzenimize bağlılığını hem her fırsatta dile getirmiş hem kendi gözlerimizle gördüğümüz bu politikacıyı bulduk da bunuyor muyuz?

Ufak tefek sürtüşmeler olmuşsa ve ileride de olabilecekse, ne gam! Hiçbir görüş ayrılığının, hiçbir farklılığın, hatta sürtüşmenin olmadığı bir ilişki öz kardeşler arasında bile görülmemiştir, öyle ya!

Kapitalist sınıfın bazı mensuplarında, belki de onların çoğunluğunda bunlara benzer iç hesaplaşmaların, gizli açık tartışmaların yapıldığını düşünmekte hangi ciddi yanılgı olabilir?

Böyle genel ve soyut görünen bir düzlemi terk edip son haftalarda çokça gündeme getirilmiş somut bir konu üzerinden de sürdürebiliriz.

Fenerbahçe Kulübü’nün koltukta kalma süresiyle rekor kırmış başkanı, ülkemizin en eski ve en güçlü kapitalist ailesinin küçük oğlu ile seçim yarışına girdiğinde, kendisinin Fenerli olduğu bilinen Erdoğan’a görüşü sorulmuştu. Açıkça tarafını belli etmemeye çalışan bir yanıt verildiği hatırlardadır. “Bu işlerde tecrübe önemli” anlamında bir söz söylenmesi, kimilerince  tarafını belli etme olarak anlaşılmış ve o “tecrübe”nin seçim bozgununa uğraması da “Mustafa Kemal’in askerleri” cenahında, tam da cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde, bir başka uzun iktidarın yenilgi habercisi sayılarak sevinç çığlıklarını çoğaltmıştı.

Oysa, bu tür beklentilerin umarsızlıktan başka anlamı yoktu.

Bir yanda Türkiye kapitalizmi ile birlikte serpilip geliştiği söylenebilecek en büyük ailenin üçüncü kuşağından küçük mahdum beyin hem hobisini tatmin edeceği hem de çok geniş bir “taraftar kitlesi” ile toplumsallaşıp belki de yeni pazarlara açılabileceği bir imkân ortaya çıkıyordu.

Öte yanda ülkenin iktidarda kalma rekorları kırmakta olan politikacısı için benzer sayılabilecek imkânlar ile açılımlar gündeme gelebilirdi.

Her ikisi de yandaşlıklarını zaten açıkça ilan etmiş ve, varsa, öteki kulüp taraftarları nezdinde bunun ceremesini çekmişlerdi. Şimdi bu riski almanın meyvelerini toplama zamanı gelmişti. Her ikisinin yaratıcılığına ve gücüne bağlı olarak farklı biçimlerde ve sürelerde bu meyve toplama süreci gerçekleşecekti. Ne tecrübe önemli şu bu denilerek yapılan ufak tefek görüş ve eğilim belirtmeler önem taşıyordu, ne de buradan hareketle gerçekte var olmayan çelişkileri, üstelik abartarak ileri sürmenin alemi vardı. Herkese tanınan düşünce özgürlüğü en büyük zenginlerle en başarılı politikacılar için geçerli değil miydi? Zaten yakında ülkenin en tanınmış zengini ile birinci başkanı her alanda olduğu gibi spor alanlarında da yan yana gelerek sarı lacivert bayrakların altında büyük zaferleri milyonlarla birlikte kutlayacaklardı. O zaman ne Mustafa Kemal’in askerleri akla gelecekti ne Sultan Abdülhamit’in. Geldiğinde de aslında ilkinin ikincinin mirasçısı olduğu anlatılıp iş tatlıya bağlanacaktı.            

***

İkinci konuya geleceğim ama, zaman zaman burada yazdıklarıma yöneltilen eleştirileri de yok sayamam. Sözgelimi, geçenlerde rastladığım çok eski ve hep önemsediğim bir hocam, başka bir yazarla da karşılaştırarak, “senin yazılarında felsefe var, edebiyat var, ama kavga yok; onunkilerde ise kavga var ama ne felsefe var ne de edebiyat” demişti. Ayaküstü bir görüşme olduğu için itiraz etmem de gerekçelerini sormam da mümkün olmamıştı.

Burada sözünü edeceğim eleştiri ise oldukça farklı.

Çok uzun yazdığım söyleniyor. Kimileyin kendim de katılmıyor değilim bu eleştiriye. Şu anda yeni bir konuya geçersek, yine çok uzatmış olacağız. Uzatmayalım desek, bu kez de önemsediğimiz bir konuyu eninde sonunda biçimsel denebilecek bir kaygıyla harcamış olacağız. Öyleyse, o ikinci konuyu gelecek haftaya ertelemekte yarar var.

Bir ihtiyat payı bırakmayı da ihmal etmeden…

Sadece batasıca tevekkülünden değil, şu kahrolası düzenin belirsizliğini yaşayarak öğrendiğinden olmalı, halkımızın dediğine öykünerek: Ölmez, sağ kalırsak!