Hırsızın hiç mi suçu yok?

Geçen haftaki Bolivya ve Morales dokundurmasından sonra aklıma takılmış olabilir. Hatırlanacaktır: Hiçbir devrimci iktidarın eline geçirdiği devlet mekanizmasını, özellikle onun sert çekirdeğini oluşturan silahlı ve silahsız bürokrasiyi, öylece, hazır bulduğu gibi kullanamayacağına ve bunun toplumsal mücadelenin şaşmaz yasaları arasında çoktandır yerini aldığına değinmiştim.

Nasıl denir, fazla mı “özeleştirel” kaçtı acaba, sorusu demek istiyorum, takıldı aklıma ve rahatsızlık duydum. Karşı taraftan söz etmiyorduk çünkü, söz konusu olan bizim cenahtandı.

Bundan yıllar değil onyıllar önce, belleğim beni yanıltmıyorsa, ilk dert edinen bizim Yalçın Hoca olmuştu, kulakları çınlasın. Özeleştirinin öneminden, önem de söz mü, dokunulmazlığından ve hatta kutsallığından dem vurulurken; “eleştiri-özeleştiri mekanizmaları” denilen bir şeyin iyi işlememesi, hele hele yok edilişi ağır saldırılarla sarsılırken, o kalkmış özeleştirinin köklerinin Hrıstiyanlıkta, “günah çıkarma” inanış ve uygulamasında olduğunu öne sürmüştü. Bunu önce dar toplantı ve sohbetlerde dillendirmiş, daha sonra açık açık söylemiş ve birçok kez yazmıştı. Bir tür “arı kovanına çomak sokma” idi yaptığı; çok yapmıştır, bilinir.

Böyle deyince, bir ayraç açmadan ya da dipnot düşmeden devam etmem kolay değil. Bu deyimi ne zaman kullansam yahut kullanıldığına tanık olsam, aklıma düşer. Konumuzla ilgisi yok, sadece deyimin çağrıştırdıkları. Okurlar beni bağışlasınlar.

Yıllardan 1968 olmalı, o yılın ilkbaharı. Bir gün, Kızılay’da, o zamanki Büyük Sinema’nın karşısındaki kaldırımda bizim Sinan’la karşılaştım. Niyeyse, bir iki haftadır görüşmemiştik. Güven Park’taki otobüs durağımıza kadar yürürken, oradan da okula gidinceye kadar otobüste epeyce sohbet ettik. Konuştuklarımızdan biri şuydu: “Behice Hanım’ın üzerinde çalıştığı kitap matbaaya gönderilmiş. Çok heyecanlı. ‘Arı kovanlarına çomak sokuyorum.’ diye söz ediyor.” demişti Sinan. Hem genç, ama bizlerden çok daha kıdemli bir parti üyesiydi, hem de babası ile Behice Boran arasında çok eski yıllara dayanan bir dostluk vardı; onunla yakın ilişkilerine dayanan bazı bilgileri öğrenme şansım olurdu.

Bu kadarla kalsın. Ayracı kapatalım.

Eleştiri ve özeleştiri konusuna dönersek, kendi dışımızdan gelmekle birlikte belli bir akla uygunluk ve nesnellik süzgecinden geçebilen eleştirinin önemi ortadadır. Dostça olmayan, açık ya da gizli düşmanlık barındıranlar için bile öyledir; o iki ölçüte uyanlar üzerinde ciddi biçimde durmak ve onlardan yararlanmak gerekir.

Özeleştiri gündeme geldiğinde, bireysel ya da kolektif olarak kendi kendimizi eleştirmek söz konusu olduğunda da geçerlidir bu dediğimiz. Ayrıca, özeleştiriyi kendimizi eğitmenin, düzeltmenin ve geliştirmenin aracı olarak kullanmışızdır çok uzun zamandır. İşin bu yanı da geleneğimizdir, kültürümüzde vardır. Ancak, orada, bu işin “kriminal” bir niteliğe bürünmesi de bulunmaktadır. “Özeleştirini ver!” diye başlar ve git gide sevimsizleşerek kesinlikle kültürümüzden dışlanması gereken noktalara varır.

Geçerken bunu da belirtmemek olmaz. Herhangi bir rahatsızlığımız yoktur; geçmişte kalmış ve gündemden düşürülmüştür.

Bir de, bizim Hoca Nasreddin’i isyan ettiren bir yanı var bu konunun. Çok bilinen bir öykü olsa da kısaca hatırlatmak yararlı olabilir.

Bir gece Hoca’nın evine hırsız girmiş. Ne var ne yok soyup soğana çevirmiş. Sabah kalktığında durumu gören Hoca, feryat figan dövünmeye başlamış. Konu komşu yardıma koşmuşlar. Koşmuşlar koşmasına da, bir yandan Hoca’yı yatıştırmaya çalışırken, bir yandan da elbette komşularından yana tavır aldıkları için özeleştiri sayılabilecek değerlendirmelere girişmişler: Ah Hocam ah, hiç kapı kilitlenmeden yatılır mı? Hep söyledik sana şu pencereleri onarman gerek diye! Eh be Hoca, insanın uykusu ağır olur da bu kadar mı olur?

Patlamış sonunda Hoca: İyi güzel de komşular, demiş, hırsızın hiç mi suçu yok? 

Olmaz mı sevgili Hocam, var elbet. 

Böyle dememişler de, şimdi biz demiş olalım ve devam edelim: Hem de suçun büyüğü mü demeli asıl suç mu demeli, hırsızda. Ama onu bulmak, herkese göstermek, göstermekle kalmayıp cezasını vermektir zaten yapmamız gereken. Tamam da biz sabah akşam bununla uğraşıp dururken, niye hâlâ hırsızlar ortalıkta kol geziyor? Bunda bizim payımız da olamaz mı? Bunu sormazsak, sorup da sorumuzu karşılıksız bırakırsak, nasıl kurtulabiliriz, haydi suçlarımızı demeyelim de biraz hafifleterek söylemiş olalım, kabahatlerimizi bıkıp usanmadan tekrar etmekten?

Bu kıssanın hissesi nedir, denilecek olursa, şudur:

Kendimizi eleştirmeyi bilmez ya da bundan kaçınırsak, ne yanlışımızı görebilir ne de ileri gidebiliriz. Güldürü yazanların ve insanları güldürenlerin eleştirmeyi iyi becerdiklerini kabul ederek Moliere’in sözüne kulak verelim, onunla birlikte “Gerçek sevginin kanıtı, eleştiriyi esirgememektir.” diyelim, doğrudur, ama bilgelerin bilgesi Nasreddin Hoca’mızı da çileden çıkarmayalım.