Güçlüğü çoğaltan kim?

Yaratan demiyorum, bakın. Yaratanın kim olduğu belli. Neredeyse en başından ya da ilk bakışta belli. İçinde yaşamakta olduğumuz toplumsal-iktisadi düzen yaratıyor bütün güçlükleri. Yaşamak için gerekli en basit ihtiyaçları karşılamaktan en karmaşık ilişkileri kurup yürütmeye kadar her alandaki güçlüklerin yaratıcısı, bugünlerde değişmesini çok daha sık dile getirdiğimiz düzenin kendisi. 

Şu son cümlenin ilk bölümünü, “en basit ihtiyaçların karşılanmasını” bir yana bırakalım. Sömürü söz konusu olmasa, emekçilerin yaratacakları değere el koyacak olmasa bir sermaye sahibi neden onca işçiyi bir araya toplayıp onlara ücret ödesin, o toplaşmadan doğacak türlü çeşitli dertle uğraşmayı göze alsın?  Her mihnete razı bir iş için kapı önünde kuyruğa girmiş işsizler olmasa içeride çalıştırdıklarını nasıl baskı altına alsın da her türlü koşula, üç kuruş ücrete razı etsin? 

Uzatmayalım, bunlar, kapitalist sınıf ve sözcülerinin dini bütün olanlarının dillerinden düşürmedikleri sözcükle “fıtratında” var bu düzenin… Daha düzgün söylenirse, değişmesinin şart olduğunu ileri sürdüğümüz düzenin doğası gereği sömürü de olacak işsizlik de yoksulluk da…

Az önce bir yana bırakalım dediğim cümlenin ilk bölümünü geçip ikinci bölümdeki “en karmaşık ilişkiler” konusuna gelelim. Şimdilerde gündemin en başına tırmandırılmış kim, kimi, hangi ilişkiler aracılığıyla yönetecek türünden sorular, bunların yutturulmuş, alışılmış, alışılmamış yanıtları…

Oraya gelindiğinde de, ilk bakışta, bir açıklık var sanki. İşte, bu pek zorlu ve soylu yönetme görevine birtakım topluluklar ve kişiler talip oluyorlar; vaatlerini ve marifetlerini ahalinin önünde sergiliyorlar; ahali de tam bir serbestlik ve eşitlik içinde, adına sandık denilen, artık yapıldığı malzeme bile saydamlaştırılmış kutsal bir kutunun içine, kimsenin görüp karışmadığı kapalı bir yerde belli ettiği oyunu getirip atıyor. Ardından bu oylar çok tarafsız ve çok dürüst olduğu ileri sürülen bir kurul tarafından usulüne uygun olarak kullanılıp kullanılmadıkları da incelenerek sayılıyor. Sayılıp hepsi toplandıktan sonra birtakım hesaplar yapılıyor ve hangi talipler kazandı, açıklanıyor. Böyle böyle kim yönetecek, belli oluyor. 

Ne kadar adaletli! Dolayısıyla, ne kadar güzel!

Lakin, kazın ayağı öyle değil, hiç öyle olmuyor!

Sözün gelişi, o zorlu ve soylu olduğu genel kabul gören yönetme işine kimin talip olabileceği birtakım yüksek kişilerle onlardan daha az yüksek olmayan kurullar tarafından kararlaştırılıyor. O arada, önceden belli olan ve sonradan icat edilmiş kurallarla ölçütlere uygunsuzluk gerekçesiyle, anılan zorlu ve soylu işe talip olmak bile yasaklanabiliyor. Öte yandan, ahalinin önünde kendini, derdini, amacını anlatma işi de pek o kadar eşitçe yapılmıyor. Yapılıyor da, bu düzende alışık olunduğu, birçok yerde yazılı olarak da belirtildiği gibi, “herkes eşit, bazıları daha eşit” olarak yapılıyor. Kimileri gün 24 saat, alanlara, salonlara, konutlara kadar girip vıdı vıdı ederler, bunlar için çuvalla para harcarlar, üstelik de bu paraların önemli bir bölümünü herkese ait olduğu iddia edilen devlet bütçesinden devşirirlerken, kimileri de üç kuruş beş kuruş bağışlanıp toplanan kaynaklarla yapmaya çabalıyorlar. O sırada karşılaştıkları engellemeler, bu sözün pek hafif kaçtığı baskı ve zorbalıklar da cabası…

O kadarla da kalmıyor. Örnek olsun, o kutsal olduğu her fırsatta ileri sürülen seçmen, halk, millet, milli irade, her neyse onun oylarını kullandırtıp saymakta, kimilerini geçerli kimilerini geçersiz kabul etmekte tam yetkili olan kurullar da seçim yarışının içindeki taraflardan birileri eliyle, kendi buyrukları altındaki  memurlardan oluşturuluyor. 

Ayrıca, gizli olması kurala bağlanmış oy verme işleminin de birçok durumda pek o kadar  gizli olmadığını gösteren sözlü ve görsel kanıtlar da bir günlük bu curcunayı izleyen günlerde ortaya çıkabiliyor. Oyunu göstererek fotoğrafçılara poz veren mi istersiniz, sandığa atmadan önce akıllı telefonu ile görüntüleyen mi, yoksa gizli oy verme bölmesinin önünde müsellâh vaziyette dikilerek seçmen listesindeki isim sayısı kadar aynı adaya oy çıkmasını sağlayan mı…

Bir sergiden tablolar ya da memleketten insan manzaraları çiziktirmeyi burada kesip son bir noktaya daha değinmiş olalım: Bütün bunlar ve buralara sığmayacak çok çeşitli yalan dolan yetmiyormuş gibi, bir de, her 10 yurttaştan birinin  kullandığı oyun, sayım sonrasındaki hesaplamalarda çöpe atılacağı da yasaya bağlanmış durumda. Bunu yapan da yaklaşık 40 yıl önce memleketin canına okumuş olan ve başta 16 yıldır iktidar koltuğunda bulunanlar olmak üzere her soydan siyasetçinin ağız dolusu kötüledikleri 12 Eylül istibdadı,  güncel sözcükle, “apoletliler” dönemi. Ne inanılması güç bir ikiyüzlülük, deyip geçelim!

Kısacası, sözünü ettiğimiz, hem yaşamanın kendisini hem onu değiştirip dönüştürme umudunu güçleştiren bir düzen!

Bununla birlikte, hâlâ, başlıktaki “çoğaltan” sözcüğünü kullanmış değilim. Hâlâ “güçlüğü çoğaltan”ın ne ya da kim olduğunu söylemedim.

Deyiş yerindeyse bu “çoğaltan etkisi”ni yaratan biziz. Biz, kendimiz.

Nasıl mı olur? 

Şöyle: Bütün kötülüklerin ya doğrudan ve birincil ya da dolaylı ve ikincil kaynağının, çoktan ömrünü doldurduğu halde hâlâ ayak sürüdüğü için çürüyüp kokuşmuş bu düzen olduğunu söyleyenler açısından, insanların karşısına çıkıp, bize oy verin ki bu düzeni değiştirelim demenin tutarsızlığı ortadadır. Bu yüzden onlar da böyle demezler zaten. Bu tür söylemlerin her kişi ve partinin dilinden düşmediği seçim dönemlerinde bile bundan uzak dururlar. Söyledikleri, insanların kendilerine anlatılanları dinlerken, bu düzenin olduğu gibi ya da orasını burasını bazı süslerle bezeyerek devam ettirmek isteyenlere kulak asmamalarıdır. 

Buraya kadarı güçlüğü artıran bir etkiye yol açmaz pek. Asıl güçlüğü çoğaltan bundan sonrasıdır.

Bundan sonrasında, genellikle, şöyle bir akıl yürütme egemendir: Yapılması gereken, bu düzenin kökten değiştirilmesi zorunluluğunu anlayanların bir araya gelmesi, birlikte düşünüp davranması, bunu bir alışkanlık haline getirmesi, kısacası, bu amaçla örgütlenmesidir. Başka bir anlatımla, ömrünün sonuna gelmiş düzenin kendiliğinden yıkılıp gitmesini ya da bu işin başka birileri tarafından yapılmasını beklemek yerine, bu yönde harekete geçip, çok kullanılan deyişle, elini öteki ellerle birlikte taşın altına sokmak…

Ortalıkta azametle dolananların, hep sahnede görünenlerin bin türlü vaatlerde bulunup karşılığında alt tarafı tek bir oy istedikleri bir dünyada, bunun çok ötesinin zorunlu olduğunu ısrarla vurgulamanın güçlüğü çoğaltıcı bir etki yaratmasından daha doğal ne olabilir?

Hele örgütün ve örgütlenmenin, sözcük olarak bile, kriminalize edildiği, suç ve suç işleme ile özdeşleştirilmeye uğraşıldığı upuzun bir dönemin ardından…

Hele her koyun kendi bacağından asılırken, sürüden ayrılanı kurt kaparken, sabreden derviş muradına ererken, bütün bunlar ve daha nice tehditlerle öğütler tekrarlanır dururken…

Doğası gereği güç bir işe girişirken, başka çaresi olmadığı için, bir de, güçlüğü çoğaltan bir yolu seçmiş oluyoruz.

Tamam da, kolay olduğunu kim söylemişti?

Ayrıca, neden saklamalı, kolay işin pek tadı olmaz.