Felakete dönüşen gecikme

Bundan bir buçuk yıl önceki bir yazımın başlığı “Gecikmenin bedeli” imiş. Şimdiki başlıksa söz konusu bedelin daha da ağırlaştığını, en azından, benim öyle düşünmeye başladığımı gösteriyor.

Kısaca yinelersek, devrimi yapmakta gecikmenin ağır bedelleri olacağından bahisle, onlardan birini ele alıyor; insanın bırakalım devrimi mevrimi, bildiğimiz ya da alıştığımız anlamıyla “insan” olmayı sürdürmesinin bile imkânsızlaşabileceği üzerinde duruyorduk.

Orada, son 10 gün boyunca, gazetelere düşmüş polislik olaylardan ve bazı resmi istatistiklerden rasgele bir derlemeyi aktardıktan sonra insanımızın durumuna ilişkin şöyle bir saptama yapılabileceğini belirtmiştik: “Ülkemiz insanı, küçümsenmeyecek, küçümsemek ne söz, düpedüz  korkutucu çokluktaki bir bölümü ile, küçük kişisel çıkarları uğruna birçok şeyden vazgeçebilen; o tür çıkarların ardından koşma ile inanılması güç bir boş inanç tutsaklığını birleştiren; kadınlara, çocuklara ve kendisi dışındaki insanlara saygısını büsbütün yitirmiş; kof kabadayılıklardan güç karşısında el etek öpmeye çarçabuk geçebilen; bırakalım toplumu, kendisi ve en yakınları için bile dürüstçe çalışmaktansa kaytarmanın ve emek harcamadan “beleşe konma”nın peşine düşen; her türlü inceliği, güzelliği aşağılayıp en kaba saba çirkinliklere hayranlık duyan bir görünüm sergilemektedir.

Bu saptamada herhangi bir yanlışlık olduğunu hiç sanmıyorum. Hangi açıdan bakıldığına bağlı olarak, bir parça abartma, belki; ama yanlışlık ya da yanılgı, hayır.

Ülkemiz insanının güncel görünümüne ilişkin betimlemelerde birtakım sözcüklerin yerine başkaları kullanılarak bazı hafifletmeler yapılabilir elbette. Sözgelimi, en kaba saba çirkinliklere hayranlık değil ilgi duyulurken, incelikler ve güzelliklerin aşağılama değil kayıtsızlıkla karşılandığı söylenebilir. Ama bu ve benzeri düzeltmeler, durumun vahametini ortadan kaldırmaz, belki biraz yumuşatır, o kadar.

Öte yandan, yukarıda alıntıladığıma benzer biçimde betimlenebilecek bir görünümün ne kadar temsil edici olduğunu sorgulamak da mümkündür. Ama, benim bir buçuk yıl önce yaptığım gibi, küçümsenemeyecek, hatta korkutucu çokluktaki bir kalabalıktan söz etmekte, gerçekliği çarpıtan bir abartma aramak boşunadır herhalde.

O zaman da şimdi de bu konu üzerinde durmamız, devrimi gerçekleştirebilecek “insan malzemesi”nin niteliğine ilişkin kaygılarla bağlantılıydı. Buradaki “insan malzemesi” tamlamasını hem anlaşılma kolaylığı hem de ağız alışkanlığı ile kullanıyorum. Aslında, üzerinde daha çok düşünülmüş, daha uygun bir anlatım bulmak gerekir.

Bizim tarafta bu konu üzerinde durmanın geçmişi, on dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar uzanıyor. Marx ile Engels, daha 1845’de, insanların büyük çoğunluğunun nasıl sadece maddi değil manevi bir kirlilik içinde yaşatıldıkları saptaması ile birlikte, devrimin, iktidarı almakta  başka bir yol görünmeyişinin yanı sıra, geniş yığınların “yüzyılların fışkısından” kurtulabilmeleri için de gerekli olduğunu yazmışlardı. Sonraki yüzyılın ilk çeyreği dolmadan, yeni bir dünyayı kurmaya soyunanların önderi konumundaki Lenin ise, benzer bir yozlaşma/çürüme saptamasını yinelemekle birlikte, o kuruculuk işine girişmek için seralarda yetişmiş insanları beklemek durumunda olmadıklarının, az önceki yetersiz bulduğum sözcüğü bir kez daha kullanırsam,  eldeki malzeme ile yola koyulmak gerektiğinin altını çiziyordu.

İlkinin üzerinden iki asra yaklaşan, ikincisinin üzerinden bir asırlık uzun süreler geçti. Kuşkusuz, arada başarılar, hatta bu sözcük anlatmakta yetersiz kalacağı için ekleyelim,  zaferler gerçekleşti; ama işte sömürünün, zorbalığın, savaşların olmadığı yepyeni bir dünya yaratmanın ardına düşmüş olanlar, en sonunda, gide gide dibe vurmuş durumdayız. Bizim ülkemizde ve her yerde.

Demek, bütün toplumsal sınıflarıyla birlikte insanlık, öncesini saymazsak bu soruna ilişkin bir farkındalığın ortaya çıkışından bu yana geçen iki yüzyıla yakın bir süre boyunca, sonunda emperyalizm aşamasına ulaşmış kapitalizmin baskılayıcı, ezici, çürütücü etkisi altında yaşamını sürdürüyor. Şöyle de söylenebilir: Kapitalizm olarak anılan toplumsal düzen, elbette birtakım değişimler geçirmekle birlikte, kendisini yıkacak sınıfın da içinde bulunduğu insanlığı insanlığından çıkartarak egemenliğini sürdürüyor. Belki biraz idealistçe, daha çok da umarsızca oldu ama, böyle de anlatılabilir.

Peki, “felaket” dediğimiz bu mudur?

Yanıt evet de olsa hayır da olsa aynı kapıya çıkar. 

Hayır, bu daha felaket sayılmaz, denebilir; felaket, işimizin ya da yapabileceklerimizin bittiğini düşünmektir. 

Evet, bu bir felakettir, denebilir; ama o kadar da korkulacak bir şey yok; çünkü, hâlâ bu durumu aşmak için  yapılması gerekenleri bulup çıkarmak mümkün görünüyor. 

Bireyler, topluluklar, sınıflar, toplumlar, sözlük anlamı “büyük zarar, üzüntü ve sıkıntılara yol açan olay veya durum, yıkım, bela” olarak verilen felaketler ile zaman zaman, şu ya da bu sıklıkla karşılaşırlar. Onları şöyle ya da böyle, az ya da çok kayıpla aşar ve yollarına devam ederler.

Kapitalizmin uzatılmış ömrünün ona son verecek insanları git gide artan ölçeklerde, ama artık şaşırtıcılığı azalmış yol ve yöntemlerle çürütmekte oluşu, gerçek bir felakettir. Ancak, bunun ve yaratabildiği sonuçların çoktandır biliniyor olması, felaketten kurtuluşun başlıca güvencelerinden biridir. Geçmişte bu güvenceye yeterince işlerlik kazandırılamamış olsa da, böyle demekte sakınca yoktur.

Bununla birlikte, toplumun büyük çoğunluğunun gözünde, bu tür kaygılara kapılmak ile kimsenin bilmediği yabancı dünyalardan gelmiş olmak arasında fark yoktur herhalde. Hele bunları Kaf Dağının ardında bile hayal edilemeyen bir kurtuluş sayabilecekleri “devrim”i yakınlaştırmaya engel olduğu için dert edinen bir yaklaşımın, o çoğunluk açısından, ne anlaşılabilirliği ne de değeri vardır. O tür dert sahiplerine, iyimser bir olasılıkla, “köyün delisi” mertebesi verebilirler belki.

Ama yapmak zorunda olduğumuz bütün işlerin toplumun büyük çoğunluğunu hemen ve doğrudan ilgilendirebileceğini düşünmek kadar yanıltıcı bir bakış olamaz. Öyle görevlerimiz de olacak ve bunlar, bizim dışımızdaki etkenlerin de yardımıyla, görece kısa bir sürede tamamlanacaktır. Ancak, daha zamanı değil. Oraya kadar yapılacak bir yığın işimiz var. O işlerin üstesinden gelebilmek için tarihin haklı çıkardığı bu tür kaygıların gereğine uygun davranmanın önemi ve yöntemleri ne kadar vurgulansa yeridir.