“Büyük Koalisyon” Şablonu

Bizim sol jargonda “şablonculuk” pejoratif, aşağılayıcı bir anlam taşır apaçık bir kötülemedir. Genel olarak da öyledir.

Bununla birlikte, şablonların kullanımına son vermek de mümkün değildir. Mümkün olsa bile, böyle bir kesinlemenin, birtakım kolaylıkları ortadan kaldıracağı göz önüne alınmalıdır. Sözgelimi, pek çok yapım (imalat) dalında şablonlar olmasaydı işler herhalde çok zor olur çok daha fazla zaman alırdı.

Gerçi burada sözünü edeceğimiz şablon, Almanca’dan dilimize geçmiş bu sözcüğün ilk akla gelen o anlamı ile ilgili değil. Düşünce ve çözümleme alanından söz etmeye niyetleniyoruz. Orada da şablonlara başvurulduğunu biliyoruz biz de başvururuz.

Yazının başlığına çıkardığım “büyük koalisyon” tamlamasını, daha 2007 ilkbaharındaki “cumhuriyet mitingleri” ile aynı yılın Nisan ayı sonundaki “sanal muhtıra” yakıştırması ile adlandırılmış ve fener amigoluğu ile temayüz etmiş başkomutanın eli ürünü olduğu sonradan ileri sürülmüş bildirinin ortaya çıkışını izleyen günlerde kullanmaya başlamıştım. Geçen yılın yaz aylarına girilirken ve yaz ortasında AkP ile ilgili Anayasa Mahkemesi kararı günlerinde birkaç kez daha yazdım. Bu yılın “kâğıt parçası” deyişine ün kazandırmış Haziran günlerinde de bu yakıştırmadan yararlanan yazılar yazdığımı hatırlıyorum. Demek, bunu bir tür şablona dönüştürmüşüm.

Olamaz mı? Karşımızdaki tabloyu doğru anlamaya, anlamaya çalışırken yeni yeni ortaya çıkan önemli gelişmeleri gözden kaçırmamaya ve bir de bütün bunları yaparken fazla vakit harcamamaya katkı sağlıyorsa, olabilir. Olabildiği besbelli de, herhangi bir zarar vermez, epeyce de işe yarar, demek istiyorum.

Yazıyı fazla uzatmamak için, çaresiz, daha ilgili okurları o eski yazılara göz atma zahmetine çağırarak, en kısa özetle yetinelim.

Seçim sonuçları olarak söylenegelen yüzde otuz, yüzde kırk küsurlar ve onların ürünü ezici parlamento çoğunlukları nasıl oluşursa oluşsun, ülkemizin epeydir iki partili bir koalisyon tarafından yönetildiğini ileri sürüyorum. Bu koalisyonun ortaklarını oluşturan partilerin biri AkP kısaltmasıyla, öbürü ise AsP kısaltmasıyla andığım partilerdir. Bunlardan ikincisi, bizim arkadaşlarımızın çok eskiden, taa Sosyalist İktidar Partisi zamanında uydurdukları gayet yerinde deyişle Asker Partisi ya da AsParti yakıştırmasından kaynaklanan bir kısaltmadır. İlkini ise kendilerinin apak olduğu iddiasına katılmayanların kullandıkları kısaltmadan çok rahatsız olduklarını yakınarak, sızlanarak, küfrederek belli etmiş olmalarını da dikkate aldığımdan, Adalet ve Kalkınma Partisi için ben uydurdum: Tamam, aksa ak, ama bunu nasıl yazacağımızı da onların hemen kırılıveren kalplerine bakarak öğrenecek değiliz ya! AkP diye kısaltıyorum ve böylece, okuyanların, varlığını ileri sürdüğüm koalisyondaki ikinci ortakla daha ilk anda, bakar bakmaz, görsel olarak da yakınlık, benzerlik, dolayısıyla koalisyon ortaklığına uygunluk fark etmelerine yardımcı olmaya çalışıyorum.

Buraya kadar, daha çok, bir yöntemsel paranteze benzedi. Aslında, yazının böyle bir amacı da yok değildi ama, birkaç güncel gözlem ve not eklemeden de olmaz.

Yalçın Küçük, oda.tv’ye verdiği 22 Ekim günlü mülakatta, şöyle demişti: “Türk ordusu Ekim 2008 tarihinde çıktı. Belli bir deklarasyon yaptı. O günden itibaren de kendi içinde birliğini yapıyor, kendi içinde birliğini düzenliyor. Belli bir diyalog olmuştur, istediği zaman iktidarı alır ve Amerika destekler. (…) bu açılımla üç dört ay içerisinde Kürtler daha Kürt oldu. Türkler daha Türk oldu. İslam daha mütecaviz oldu. Laikler daha kendine güvenen ve savaşçı oldular.”

Haksızlık yapmamak için, en son “ıslak imza” keşfinin bu mülakatın yapıldığı tarihten daha sonra ortaya atıldığını belirtip devam edelim. Ortalığı karıştırmış görünen “açılım”ın sonuçlarına ilişkin yukarıdaki saptama, bence, en sondaki “kendine güvenli ve savaşkan laikler” kısmı dışında, yerindedir. Bununla birlikte, ondan önce belirtilen, “kendi içinde birliğini sağlama” hususunda bir tuhaflık olduğu anlaşılıyor. İster gerçek ister düzmece olsun, isterse de bunun ikisinin arasında bir yerde dursun, şu son saldırı, koalisyonun ikinci ortağı konumundaki AsP’nin, ortağının art arda ya da aralıklarla gerçekleştirdiği atakları karşısında hep yaptığı gibi sadece savunma konumunda kalarak işi götüremeyeceğini göstermiştir. Bu son atak, sadece savunma yapılarak geçiştirilebilecek gibi görünmüyor. Ne olabilir? Örneğin, bürokratıyla politikacısıyla hiç değilse bir iki kelle alan, Haziran ayında olduğu gibi yarım yamalak isteyen değil, basbayağı alan bir karşı atak olmazsa, koalisyon sözüne az çok yaklaşacak bir ortaklık kalmaz koalisyon bir tek parti iktidarına hızla dönüşebilir.

Bu alt başlığı kapatmadan önce, eğlenceli bir aktarma yapmadan edemiyorum. Şu sıralar çok uzaklardaki genç yoldaşım Galip Munzam, üç yıl kadar önce Gelenek dergisinde yayımlanmış ve Gizli Tarih kitabını tanıtan bir yazısında, üstadın Güler Sabancı’nın dünyanın en güçlü kadınlarından biri seçilmesi ile Eşref Şefik’in radyodan güreş anlatımlarını karşı karşıya getirişini kahkahalarla okuduğunu belirterek bazı satırları uzun uzun aktarmıştı. Ben de, ona özenerek, yukarıda andığım mülakattan kahkahalarla değilse bile çokça gülerek okuduğum şu satırları, ilgili olup olmadığına bakmadan, aktarıyorum. Okurlarım da hiç değilse gülümserler diye:

“Böyle bir beceriksizliği Gorbaçov yapmadı. Gorbaçov yapmadı ama o da yıktı. (…) Cüppeli hocayı biri çıkartıyor, sonra öbürü çıkartıyor. (…) Çok evliliği savunan, Hıristiyanlık ve Yahudiliği din saymayan, kerameti kendinden menkul bir adam buldular. (…) Dolayısıyla İslam daha mütecaviz. Güya en büyük televizyonlar bunlar. Bir adam çıkartıyorsunuz, karşısına da dekolteli, saçları yapılmış kadınlar. ‘A hocam demek çok kadınla evlenmek iyi, o ayette de o var değil mi hocam,’ dedirtiyorsunuz. Bunu yaptılar. Bu İslam’ın aşırı agresif olmasıdır. (…) Sonunda çocukların oynadıkları bebeklerin cinsel tacizi teşvik ettiğini savunan adamı çıkartıyorlar. Bebeklerden cinsellik olduğunu söyleyen bu tür adamları… Bu İslam’ın tahmin edildiğinden daha fazla saldırganlık halidir. Öbür tarafta da şunu görüyorsun. Tarihimizde olmadığı kadar bir anti-islam eğilimi var. Dolayısıyla laikler her türlü savaşa, şeriat rejimine karşı en olumsuz şartlarda dahi savaşa hazır bir hale geldiler. Mesele bu. Kürtler daha Kürt, Türkler daha Türk, güya İslam daha mütecaviz ve Kemalistler ise çok daha savaşkan. Bu hale getirdiğiniz zaman cumhuriyeti yıkıyorsunuz demektir. Buna biz, Gorbaçov ahmaklığı, diyoruz. Bunu ancak Gorbaçov gibisi yapar. Ne özelliği var, beni de yanılttı Gorbaçov. 1980’e geldiğimiz zaman Sovyet liderliğinin bomboş insanlardan oluştuğunu gördük. Komünist Partisi Genel Sekreteri, adam hiçbir şey bilmiyor. Demek ki Gorbaçov İmam Hatip Lisesi’nden mezunmuş.”

Neyse, pek de ilgisiz olmadı bu tayfa ile başındaki kişiye yetenek ve akıl izafe etme konusuna değinecektim en son.

Bu konuda, Yurdakul Er’in bu Cuma yayımlanan yazısından küçük bir yardım alacağım. Bir yerde şöyle diyordu:

“Herhangi bir ciddi üniversite eğitimi almadığı rahatça söylenebilecek, enelektüel kapasitesi sıfıra yakın , katmerli cahil, ama inanılmaz derecede becerikli ve kurnaz bir imam-hatipli tüccardan söz ediyoruz. (…) ve neredeyse tekbaşına, düşmanı olduğu sol ve işçi sınıfımız bir yana, laik burjuvaziyi, ‘Beyaz Türkler’in her kesimini, resmen paspasa çevirmiş bulunuyor. Üniformalı, üniformasız, sehirli veya köylü, orta sınıflar dahil… Hepsiyle top gibi oynuyor.

Demek ki, olağanüstü yetenekli bir siyaset adamıyla, sermayenin yeni bir mucize adamıyla karşı karşıyayız. (…) Öyle mi?”

Yurdakuler, bu imla onu sevindirir, biliyorum, kendi sorusuna “değil” diye cevap veriyordu. Okumuş olanlar, hatırlayacaklar.

Daha önce de yazmıştım, bunun son değinmem olmasını diliyorum. Bu tayfaya akıl izafe etmekten, Türkçe’siyle, yakıştırmaktan kaçınmalıyız çünkü, burada yapılabilecek, olsa olsa, akıl yapıştırmaktır. Özümlenmiş, içselleştirilmiş bir akıldan değil, yapıştırılmış bir akıldan söz edilebilir belki. Ama, bunca işi kotarabilecek bir aklı bunların bedeninde her neresiyse bir yere yapıştırdıktan sonra makul bir süre orada kalmasını sağlayacak bir tutkal icat edilmiş olabilir mi? Sanmıyorum.

Madem yöntemsel bir parantezden söz ettik yukarıda, şuna da değinmeden bitirmeyelim: Bu konuyu daha açık yazma konusunda bir yakınma ya da talep ile çok da karşılaşmış sayılmayız, ama şimdiye kadarki bir iki yakınmanın çoğalma olasılığına karşı sözümüzü söylemiş olalım: İnsanın herhangi bir konuyu ya da sorunu kendi kafasında ulaşabildiğinden daha büyük bir açıklıkla dile getirmesi, o sorunu vulgarize etmek anlamına gelir.