Birkaç güncel not

Geçen haftanın sonuna doğruydu. Şubat ayının 10’u, günlerden Cuma. Ertesi günkü gazetelerde, başka yerlerde göze çarpan bir fotoğraf: Yan yana dizilip oturmuş, boyunlarında bir örnek atkılarıyla birtakım insanlar. Ortada Madımak katliamı sırasındaki Sivas Belediye Başkanı, şimdi parti başkanı Karamollaoğlu, sağında parti başkanlığı çok daha taze Davutoğlu, solunda Kılıçdaroğlu, biraz daha ötede İmamoğlu. Ne rastlantı ama: Hep birilerinin oğulları olmakla anılanlar, sıra sıra oturmuşlar, poz veriyorlar. Tepelerinde asılı, sallanan iki de dev poster: Biri, eski belediye şimdi parti başkanının başkanı Erbakan’ın, öbürü bir bakıma hepsinin başkanı Kızıl Sultan Abdülhamit’in. Yer: İstanbul’da Yenikapı Meydanı. Toplanıp önce dizi dizi dizilerek fotoğraf vermenin, sonra da birer birer o yukarıdan aşağıya sallandırılmış koca suretlerin koruyucu gölgesi altında kürsüye çıkıp söylev çekmenin gerekçesi ise Karamollaoğlu’nun ev sahipliğinde Kudüs Mitingi düzenleyerek Amerikan kahpeliğini tel’in etmek.

Bu fotoğrafı ve haberi görünce, o güne kadar kimse yazmamış olursa, gelecek hafta yazarım demiştim. Fatih’in (Yaşlı) yazısı çıktı Çarşamba günü. Üstelik de benim tasarladıklarıma epeyce yakındı yazdıkları. Dolayısıyla, vazgeçmek durumunda kaldım. Yine de bir not olsun düşmeden edemedim.

Notun yanı sıra bir de tahmin: Yapılacak ilk büyük seçimden sonra, belki de daha önce, bu CHP’nin bölünmesi ciddi bir olasılıktır. Bu partinin toplumsal tabanının bir bölümü için, sözgelimi, 1 Mayıs kortejlerinden eksik olmayan gençler için bu kadarı fazla gelir; onları tutamazlar. Yine de bir “herhalde” ekleyelim.

Daha da önce Temel Bey’in iki yanına oturmuş Kemal ve Ahmet Beyler, 7 Haziran 2015’ten sonra bıkıp usanmadan yaptıkları “istikşafi” görüşmelerin yarattığı tanışıklık ve yakınlığın da yardımıyla, “tek adam rejimi”ne karşı kurulacak en geniş cephenin daha da genişletilmesini sağlamak üzere, yeniden görüşebilirler. Üstelik, bu kez araştırıcı olmakla kalmayıp aradığını bulan görüşmeler yapmaları da muhtemeldir.

Tahminimizi biraz açmak gerekirse, bir düzeltme de yaparak şöyle diyebiliriz: Bu partinin içinde, onca “şey”den sonra Abdülhamit’i, bu gidişle onu izleyeceği anlaşılan başarıya götürecek nice parlak buluşu içine sindiremeyeceklerin sayısı herhalde az olmadığı için bölünmeden yabana atılmayacak bir olasılık olarak söz edilebilir. Yok, bölünme yaratabilecek büyüklükte bir isyancı topluluk çıkmazsa, partinin kendisi, adında bir sadeleştirme ile düzeltmeye giderek baştaki “c” harfini kaldırabilir. 

***

“Şehit kanlarıyla yoğrulmuş vatan toprağımızdan bir avuç dahi gasp etmeyi aklından geçirenleri pişman etmeye hazır mıyız?” 

Kahramanmaraş’ın kurtuluşunun 100. Yıldönümü dolayısıyla yapılan toplantıda dinleyicilere yöneltilen bu soru, dünyanın en çok dolaşan ve en çok konuşan cumhurbaşkanı unvanını hak ettiğine ilişkin herhangi bir tartışmanın olamayacağı Erdoğan tarafından sorulmuştu. 

12 Şubat tarihli bültenlerde yer alan bu habere göre, Erdoğan "Kahramanmaraş’ın güvenliği Suriye’deki mücadelemizin başarısından geçiyor. Akdeniz sahillerimizin güvenliği Libya’da verdiğimiz mücadelenin başarısından geçiyor" iddiasında da bulunuyor ve şöyle devam ediyordu: "Burada bir kez daha ifade ediyorum, ne yaparsanız yapın Türkiye 2023 hedeflerine Allah'ın izniyle ulaşacaktır. Bundan gözleri korkanlar, bozulan oyunlarının hıncıyla giderek daha pervasız bir şekilde üzerimize geliyor. Geleceğiniz varsa göreceğiniz de var."

Kahramanmaraşlılar, başka bölgelerdeki yurttaşlarımız gibi, bu tür sözlere çok alışkın oldukları için fazla şaşırmamışlardır. Hatta, görüntüleri izleme fırsatım olmadı ama, belli bir coşkuyla alkışlamışlardır da. İhtiyatlı davranarak “belli bir coşkuyla” diyorum. Coşku düzeyini tahmin etmeye çalışırken, şu kış kıyamette orada toplananların sayısı olmasa bile, coşku düzeylerinin biraz düşük kalmış olduğunu, ayrıca coşkunun biraz da şaşkınlıkla karıştığını varsayıyorum.

Bu varsayımı yaparken, hava koşullarının yanı sıra, toplanmış kalabalığın yaşadığı gerçeklikle, konuşmacının topraklarımızı gasp etmek isteyen hain düşmanlar biçiminde vurguladığı kendi gerçekliğinin pek örtüşmediğini de hesaba katıyorum. Kuşkusuz, Suriye’de yürütülmekte ve ister istemez tereddüt dolu hamlelerle genişletilmekte olan savaşı gerekçelendirmek bakımından böylesi gerçeklik kaydırmalarına ihtiyaç duyulabilir.

Bir de şu olabilir belki: Zor durumda kalmış siyasetçilerin gerçeklikten kopmaları az görülmüş tablolar değildir. Aslında, sadece siyasetçilerde değil, her sınıftan ve meslekten insanlarda, az çok kestirilebilmekle birlikte her somut durumda farklılıklar gösteren nedenlerle birbirinden farklı ruh durumlarının ortaya çıktığı, ilgili alanların uzmanları tarafından belirtiliyor.

Neyse, cahili olduğum bir alanda daha fazla kalem oynatmadan işi tadında bırakmakta yarar var.

Gerçi, şu son satırlarla muradımı yanlış anlatmış olmaktan da kaygılanmıyor değilim. Kısaca, demek istediğim şu: Siyasal olaylarla ilgili çözümlemeler yapmaya çabalarken, onları etkileyen kişilerin ruhsal durumlarını uygun yaklaşımlar ve kavramlardan yararlanarak anlamaya çalışmanın önemi küçümsenmemeli. Ancak, bu işi ilgili alanın birikimine ve onu özümsemiş uzmanların yardımına başvurarak yapmak, hatta tümüyle onlara bırakmak belki de en doğrusu.

*** 

Güncelliği geçmişten gelen iki de yıldönümü var atlanmaması gereken.

Dün Türkiye işçi sınıfının tarihindeki çok önemli örgütlerinden ikisinin kuruluş yıldönümü idi. Resmi olarak kuruluşları Şubat ayının 13’üncü gününe rastlayan bu iki örgütten Türkiye İşçi Partisi (TİP) 1961 yılında, onun öncülüğünde kurulan Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) ise 6 yıl sonra, 1967’de ülkemiz emekçilerinin karşısına çıktılar. 

Türkiye İşçi Partisi için Türkiye solculuğunun kurumsal ya da örgütsel ana rahmidir, biçiminde bir benzetme yapılabilir. Şu anlamda: Bugün ülkemizde var olan hemen hemen her türlü düzen dışı sol hareketin, çizginin, siyasetin, hangi sözcük seçilirse seçilsin, hepsinin 1961’de kurulan Türkiye İşçi Partisi ile şöyle ya da böyle organik bir bağı vardır. Buradaki “organik” sözcüğünün uygun düşüp düşmediğinden emin değilim; ama anlatmak istediğim, bütün bu siyasal oluşumlarda o Türkiye İşçi Partisi’ne şu ya da bu biçimde bulaşmış, sonradan nasıl bir ilişki geliştirmiş olursa olsun bir zaman üye, sempatizan ya da en azından seçmen olmuş kimselerin bulunduğudur. Türkiye kapitalizminin dövüşe dövüşe kendini geliştirdiği, hiç öyle görünmediğinde bile çok korktuğu, sonunda 10 yıldan fazla tahammül edemeyerek, 1971 yılının 11 Haziran günü Anayasa Mahkemesi’nde dava açtırıp olağanüstü hızlı bir “yargılama” ile  20 Temmuz günü kapattığı bu partiden, elbette hâlâ süren sosyalizm mücadelesinin öğrendikleri de öğrenecekleri de çok fazladır.