Üniversite ve ifade özgürlüğü

İfade özgürlüğü; özgürlüğün en üst derecesi olarak, fikrini açıkça beyan etme ortamının varlığını simgeler. Aksi durum; bir fikrin açıkça beyanından korkulması ve beyandan imtina edilmesi belli ya da belirsiz siyasi risk varlığını gösterir. İfade özgürlüğünün baskılanması ise, siyasi erkin yönetime hâkim olmadığının görüntüsüdür. Kısa açıklamaların ışığında denebilir ki, siyasi erkin yönetime hâkim olamadığı dönemde ifade özgürlüğünü baskılaması, siyasi risk korkusu ile bireyin de ifade özgürlüğü üzerine oto-sansür koyması, aktif ve pasif olarak tarafların örtüştüğünü gösterir. Şu hale göre, üniversite, tanımı gereği ifade özgürlüğüne vurgu yaparken, yönetim aczi içindeki siyasal erk ile çatışmaya girer.  

Burada hiç hamasi söylemlere girmeden çok açık ve net ifade edilmesi gerekir ki, doğa bilimleri ve tıp gibi biyolojik alanlar dışında, sosyal bilimler tüm alanları ile siyasetle iç içedir. Zira sosyal bilimlerin laboratuvarı, toplum yapısı ve devlet yönetimi olarak doğrudan siyasettir. Hal böyle olunca, sosyal bilimler alanında siyaset dışı bilim ya da salt bilim adına bilimsel faaliyet diye bir söylem ya da muhakeme söz konusu olamayacağı gibi, böyle bir eğilim bilim ve mantık dışıdır. Sosyal alanda toplumsal yapı, yapının işleyişi, devlet yapılanması ve politikalar irdelenip, sonuçlar eleştiri odağına koyulmadan bilim yapılamaz. Sosyolojinin çeşitli alanları kadar, ekonomi politikası, çalışma ekonomisi, kamu maliyesi vb gibi ekonominin hemen tüm alanları sistem ve devlet yönetimi anlamında siyasetle ilgilidir. Tümü ile tarih genel anlamda siyasetin göbeğindedir. Günümüzün Ortadoğu havzasını siyasete girmeden, Rusya-ABD mücadelesini odağa koymadan ya da İsrail ve İran’ı işin içine almadan anlamak ve anlatmak olanaklı değildir.

Siyasetçilerin üniversite için olduğu kadar medya ve sair alanlarda da ifade özgürlüğünü kısıtlamasındaki amaç politikalarının açığa çıkmasını, daha doğrusu amaçlarının ortaya saçılmasını önlemektir. Sistemimiz kapitalizmdir. Sistemin halka sunduğu demokrasinin kalitesi de ortadadır. Böylesi göreli demokraside tüm tarafların halka bilgi sunmasında bir sakınca görülmemesi gerekir. Farklı yönlerden gelen bilgileri kendi süzgecinden geçiren halkımız, çıkar ve görüşüne uygun olacak kararını verirken, hem kendisini hem de bizzat siyasi iktidarın kaderini olumlu etkilemiş olabilir. Tarihe baktığımızda halka kulak vermemiş ve onları baskılamış iktidarların bizzat kendi sonlarını hazırlamış olduklarını görürüz. Sermaye çevreleri, hatta bazı filozoflar Hitler’e yolu açmamış olsalardı, belki Almanya böylesi bir tarihsel sarsıntı ile karşı karşıya gelmemiş olurdu.  

Söz ve kararın halkta olması genel ilke olarak çok doğru bir söylemdir. Ancak, halkın sözünü söyleyebilmesi ve kararını açık edebilmesi için tarafların sıkça tartıştığı ortamdan kendisinin bir sonuç çıkarması gerekir. Kısacası, halkın kararı güdülenmiş karar değil, bizzat halkın kendi üretimi olması durumunda halkın söz ve kararı tek geçerli doğru karar olur. Referanduma sunulan 18 maddelik yasa ile tek-otorite yönetiminde olağanüstü bir anayasa ve rejim değişikliğine doğru yol alınırken aslında birçok yasada çok sayıda değişiklik yapılacaktır. Bundan da öte, tek-otoriteye verilecek olağanüstü yetkilerle ileride daha ne tür değişikliklerle karşı karşıya geleceğimiz de meçhuldür. Tüm bunların üzerine tuz biber ekercesine, adeta şu son badire de atlatılırsa nasıl olsa artık yol bize kalacak düşüncesiyle, siyasi etik sınırları zorlanarak tüm devlet kaynaklarının hizmete koşulması çok ciddi olarak yorumlanmalı ve referandumda dikkate alınmalıdır. Bir yandan siyasilerin her konuşmalarında hepimizin fani olduğu sıkça dillendirilirken, diğer taraftan yangından mal kaçırırcasına “özyapım yasası” nın kotarılmasına bu denli sıkı sarılmak pek hayra alamet olmasa gerek!

Referanduma giderken şu iki husus, hiçbir aydınlanma ya da tartışmaya gerek kalmadan, bizlere ışık tutmak açısından fevkalade değerlidir. Birincisi, ülkede rejimi değiştirecek çok önemli bir anayasa değişikliğinin uzun süre tartışılmadan, kurucu meclis sistemine başvurulmadan, var olan parlamentoda karga-tulumba geçirilerek referanduma gidilmeye çalışılması kesinlikle kuşkulu görülmelidir. İkincisi ise, bir siyasi erkin kendi yaptığı anayasa değişikliğini, en üst kademe siyasi ajanlar marifetiyle ve karşı görüşleri “terörist” vb gibi tahkir ederek savunması masum propaganda geleneğini fevkalade aşan bir tavırdır. Bu dokular, başka hiçbir söz ve kanıta gerek kalmadan, küresel egemenin Türkiye üzerindeki hâkimiyetini ve manipülasyonunu gösteren çok net yansımalardır. Türkiye, asırlara dayanan devlet geleneği ile övünecekse, gelişmeleri iyi okuyup, küresel egemenleri dışlarcasına, tek-otorite yönetimini reddedip, ülkesinin yönetimine tarihsel süreçten süzülerek gelen kurum ve kuralları ile el koymalıdır.

Halkın sözü ve kararı daim olmalıdır; “son sözü” ve “son kararı” niteliğine dönüşmemelidir!