Bireysel istikrar, ülkesel teslimiyet

Siyasal iktidarın hemen her seçimde güvenerek savunduğu ve maalesef başarı sağladığı strateji istikrar vadi olmuştur. Ekonomide gerçek anlamda istikrar sağlanamadığı halde gelecekten yiyen politikalarla durum idare edilmiştir. Gelecekten yeme bahasına ekonomide istikrar olduğu görüşü altında, halkımızın bir bölümünün de inandığı politika aslında gerçekçi olmayıp, uzun dönemde kriz ya da çöküşün temellerinden başka bir şey değildir. Bu yazıda, istikrar söylemi, tek otorite yönetimi ve ekonominin küresel güçlere teslimini tartışalım.

Kapitalist sistemin enerjisi açıklar ve borçlardan gelir. Açık ve borçluluk, sermayenin piyasa ihtiyacını karşıladığı gibi, aynı zamanda da insanların sisteme karşı sadık olmasını, başka bir ifade ile insanın köleleşmesini sağlar. Şöyle ki, ekonomik kapasitesinin üzerinde bir yaşam sürmek isteyen insana sistem borç kapılarını açarak, aslında üretimde yapılan hırsızlığı borç olarak vererek bireyi hem sahte mutluluğa atar, hem de sistemin sadık koruyucusu haline sokar. Bir ülke ekonomisinde borçlanma süreci devam ettirilirken gelir dağılımı bozulur, fakat ne gariptir ki, insanlar sahte mutluluğun gerçek yapısını ve işleyişini algılayamadıkları için huzur içinde karanlık deliğe sürüklenir.

Referanduma giden yolda yine bir istikrar söylemi ve bu söylemi sürdürebilecek Körfez ülkeler muhabbeti sürdürülmektedir. Öyle görülüyor ki, Batı’nın düzlüğe çıkaramadığı ekonomi bu kez de Körfez desteği ile yapay solunuma bağlanmaya çalışılmaktadır. AKP batılılaşma ile batıdan destek alınamadığını vurgulamaya başlamadan, yüklenme dozunu arttırabilmek için, tasarruf açığını, yani iç borçluluğunu Körfez’deki dost muhabbeti ile yamalamaya çalışmaktadır. Dövizin son yükselişine ve enflâsyonun neredeyse iki haneli oranlara dayanmasına rağmen, dövizin rampada geriye doğru kaymasının, döviz piyasasında oluşan arz ve talep göstergeleri ile yapay açıklaması dışında hiçbir ekonomik izahı söz konusu olamaz. Cari açık ve enflasyon yüksek seyrederken döviz piyasasında nasıl böyle bir dengenin(?) oluştuğunu iktisatçılar anlar, fakat halk oluşuma bakmadan, tam bir miyop içinde ucuz dövizden yararlanma sarhoşluğuna girer. Ülkede ciddi kan kaybı ve kemik erimesi yaşanırken, oluşan yapay piyasaların sarhoşluğunda var olan siyasi erki savunan halkımız, aslında iktidarı sırtında taşıdığının ve yükün önemli bölümünü de canından çok sevdiği çocukları ya da torunlarının üzerine yıktığını idrak edememektedir.

Ülkenin ve halkımızın köleleşmesi pahasına yaşanan döviz bolluğu eğer bir merkezden sağlanıyor ise, bu işin bir bedeli olduğu düşünülmelidir. Kaynakların kıtlaştığı dünyamızda böylesine kaynak varlığını sağlayanlar sağladığından daha büyük kaynağı geri alıyor demektir. Bir dönemde oluşan geçici refahı sağlayan kaynak bir süre sonra daha büyük miktarla ekonomiyi terk ediyor olduğu durumda, ülkede bir şekilde refah gerilemesi değil de refah artışı görüntüsü oluşuyorsa, bu demektir ki, ülkeyi terk eden refah kaynağı yerini daha büyük bir refah kaynağına bırakmaktadır. Ülkenin artan refah görüntüsü karşısında artan dış borcunun sebebi bu süreçtir. İşte halkımızın istikrar algısı ile desteklediği siyasi kadronun ülkeyi ve halkımızı sürüklediği macera budur.

Günümüzün sömürü odakları, geçmişteki maddi görüntüden fersah fersah uzaklaşmış, ticaret ya da özellikle de finans işlemleri görüntüsüne bürünerek, fevkalade sinsi bir sis perdesi arkasına geçmiştir. Geçmişteki sömürgeciliğin yerine geçmiş olan günümüzün finansal emperyalizmi kesinlikle hakların algılama ve anlama alanının dışındadır. Bu konuda halkımızı suçlamanın anlamı yoktur. Ancak, akademik çevreler ve özellikle de bürokrasiye hâkim siyasi kadronun ekonomi politikalarında kendi siyasi yaşamının ötesinde halkın kaynaklarının etkin kullanılmasını ve geleceği düşünerek yürümesi gerekir. AKP iktidarının günahı kadar sevmediği ve her fırsatta halka şikâyet ettiği Cumhuriyet’in ilk dönem yönetimi dışında, 1950 Menderes yönetiminden itibaren her dönem iktidarları, emperyalistlerin dönemsel baskı ve sömürü aletleri doğrultusunda politika üretmiş ve ülkeyi bugünlere taşımışlardır. AKP de, bu mirası şanına yakışır şekilde sürdürerek, Osmanlı’nın son dönem borçluluğuna benzer şekilde ve har vurup harman savurma misali ülkeyi karanlıklara çekmektedir. Menderes dönemi ticari emperyalizmi, planlama dönemi montaj emperyalizmi, Özal dönemi finansal emperyalizm ve nihayet AKP dönemi neoliberal açılma ve savrulma emperyalizmi ülkeyi bugünlere taşımıştır. Bugünün siyasi iktidarı istikrar adına iktidarda tutuluyorsa, bunun anlamı şudur ki, bu istikrara yapaydır, ekonomi kendi ayakları üzerinde duramamaktadır. Bu da şu demektir ki, AKP’nin toz kondurmadığı Menderes dönemi ve ondan sonraki her dönemde uygulanan politikalar halkın yararına değil, bugünkü istikrarsızlığı hazırlayan emperyalistlerin yararına sürdürülmüştür. AKP’nin son 15 yıllık iktidarı da dünyalar kadar bol dış kaynağı, Anadolu’nun çeşitli yerlerine sanayi kuruluşu yaparak refahı topluma yaymak yerine, seçim vitrinine koyduğu işlerle aşırı şekilde toprağa gömerek, halkları kendisine bağlama amacıyla, ülkeyi emperyalizme teslim etme yoluna gitmiştir. İşte, istikrar budur ve bedeli de bu kadar ağırdır. Bu bedelden kurtulmak mümkündür, tabii ki bir fiyat karşılığında, ancak, var olan siyasi iktidar ve zihniyetin mevcudiyeti ve devamı ödenecek fiyatı yükseltmektedir.