1 Mayıs kimin yararına

Bu soru bence çok kritik. Şöyle ki, gelenekleşerek, “Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü” olarak kutlanmaya başlanan 1 Mayıs, zamanla ruhunu öldürerek, ertesi günkü yandaş medyada “1 Mayıs coşku ile kutlandı!” mesajına yansır konuma getirilmiştir.  Kölelik düzeni olan işçiliğin haklarını geri alma ve her çeşit haksızlığa karşı mücadele ve direniş günü olarak kutlanması gereken 1 Mayıs coşkusu, bir halay çekme, eğlence, hatta resmi çevrelerin de gayreti ile bayram havasına dönüştürülmüştür.

Oysa 1 Mayıs bir bayram günü değildir, olmaması gerekir. Her gün onlarca emekçinin iş cinayetlerinde öldü(rüldü)ğü bir sistemde 1 Mayıs günü sistemin işleyiş ve ruhunun irdelendiği, anlaşıldığı ve ona karşı nefretin yükseldiği mücadele hazırlığı günü olmalıdır. Bu mücadelenin yapılabilmesi için temel koşul yanında, gücü mobilize edebilecek bir önemli tetikleyici sürece gereksinim vardır. Aynı şekilde, fikir emekçilerinin akademi dünyasından ihracı da bir emekçi kıyımıdır. Her emekçi kıyımı, emeğin sesinin kısılması, halkın çıkarları aleyhine sermaye ve başat kesimlerin sesinin yükselmesi demektir.

Koşullardan biri emekçilerin birlikteliğidir. Emekçilerin sermayeye karşı müşterek mücadeleye girebilmelerinde güç birliği yapabilmeleri kendi müşterek paydalarında birleşmelerini gerektirir. Bu birleşme kesinlikle sınıf bilincinde gerçekleştiği konusunda kesin kararlı olunmalıdır. Emekçilerin alt-kimlikleri tartışmasız değerli, hatta kutsaldır. Ancak, bu kutsallık, neoliberal söylemlerde görüldüğü gibi kasıtlı ve amaçlı olarak öne çıkarıldığı durumda özgürlük değil, parçalanma ve sermayeye teslimiyet oluşur. Amaç da budur. Bu süreci insanlara, özellikle de emekçilere yutturmak emek yanlılığı ya da özgürlüğü değil, tam tersine, emek karşıtlığı ve köleliği ifade eder. Neoliberal dönem öncesinde sermaye bu sorunu “beyaz yakalı” ve “mavi yakalı” vb gibi halletmiş idi. Bu yetmiyormuş gibi, yaka renkleri farklılaştırılarak, sanki kölelik biçimi değişiyormuş gibi, bilimsel havalarda emekçiler iyice bölünmeye götürülmektedir. İş türüne göre ya da daha başka nedenlerle emek külfeti ve sömürü oranının farklılaştığı doğrudur. Bu durum sömürü olgusunu daha da derinleştirdiği için, bu konuda çalışma yapan akademik çevrelerin ya da aydınların, böylesi ayrıştırmalara yönelmeleri kesinlikle anlamlı görülemez. Böylesi gözlem ve saptamalar doğa bilimlerinde ya da biyoloji alanında, detayı öğrenmek adına yapılır, ama sosyal çalışmalarda böylesi ayrıntı, mücadeleci kütleyi parçalama işlevi görür.

Emekçiler, biri içsel, diğeri dışsal iki önemli algılayıcı dokuya sahiptir. Emekçinin içsel algılayıcı dokusu, bizzat makine başında çalışırken yaşadığı ve öğrendiği ezilme, sömürülme sürecidir. Emekçi uzun süre yaşadığı sürecin öğretisini bilincinde oluşturur. Belki tam olarak kavramlaştıramıyor olabilmekle beraber, bir olumsuzlukla karşı karşıya olduğunun bilincindedir. Fikir emekçileri, özellikle de akademik camia, önemli bir emekçi kümesi olarak, emek camiasına çok önemli bilgi ve bulgu sunarak, toplum bilincini netleştirebilir ve keskinleştirebilir. Akademik camia yarı burjuva olarak görülür, kısmen de öyledir. Bu durum, tüm akademiye mal edilemez, ancak maalesef, her sepette olduğu gibi burada da çürük elma bulunabilir.

Emekçi bilincinin ve mücadele gücünün yükseltilmesine hizmet edebilecek ortam bir günlük  1 Mayıs kutlaması olamaz. Mayıs ayı emekçi ayı olarak saptanıp, farklı yerlerde salon toplantıları işle emekçilerle ‘devlet’, ‘sömürü’, ‘değer’, ‘artık değer’ vb konularında seminerler ya da sohbetler tertiplenerek, emek-yoğu ortamda oluşturulan bilinç, sermaye-yoğun ortamda geliştirilir, keskinleştirilir. Umarım sendikalar, sistemin organik üst-yapı kurumu olarak ortaya çıkmaz da, böylesi süreçleri destekler, başlatır ve ilerletilmesinde önayak olur.

Küreselleşme bir yönü ile gelişmiş ülkelerde, diğer yönü ile de gelişmekte olan ülkelerde gelir dağılımı şiddetle bozdu ve emekçilere ve yoksullara politikada sesini duyurma olanakları yarattı. ABD’de olduğu kadar, çeşitli Avrupa ülkelerinde ve ülkemizde siyasiler iktidara çıkmak ya da iktidarda kalabilmek amacıyla işsiz, yoksul ve gerileyen sosyal çevrelere sempatik davranışlar sergileyebilmektedir. Henüz, İkinci Paylaşım Savaşı ertesinde görülen sosyal devlet politikaları aynı ağırlıkla gündeme getirilmemekle beraber, kapitalizmin krizden çıkışının bir yolu olarak bu tür önlemler tedricen de olsa gündeme getirilmektedir. Geçmişte sosyal demokrasi politikalarına aldanarak, bugünlere gelmiş olduğumuzu unutmadan, söz konusu olumlu adımlardan tabiatıyla yararlanmak gerekir, ama asıl hedef kesinlikle kaybedilmemelidir. Siyasilerin yoksul ve çaresiz kesimlere günümüzdeki sinsi yaklaşımlarını temel dönüşüme yönelme manevraları olarak yorumlamak ve geliştirmek durumundayız. Bunun yolu da, emek-sermaye çelişkisini daima birey-devlet ilişkisi önüne koymalıyız. Devletin uygulayacağı “sosyal devlet” politikalarının nimetlerinden yararlanırken, birey-sermaye çelişkisinin ortaya koyduğu “sosyal hak” mücadelesini daime akılda ve önde tutmalıyız.