Nobel sevinci ve düşündürdükleri

Düşünüyorum da, ben devlet başkanı olsa idim Nobel almış olan bir eski vatandaşıma nasıl bir kutlama mesajı gönderirdim. Düşünüyorum da, Prof. Aziz Sancar'a mesaj gönderirken vatandaşlarımın yüzüne nasıl bakardım! Böyle bir anı yaşamadığım için kendimi görece mutlu hissediyorum. Ama Türkiye'de Türkiyeli bir akademisyen ve bir baba olarak ülkenin içinde bulunduğu durumu aklıma getirince, maalesef, lider diye etrafta gezinenlerin davranışlarından hiçbir kaygı duymayacaklarını görebiliyorum. Cehalet, cahil olunmuşluğu dahi görmemektir!

Medyaya şöyle bir baktığımızda, büyük coşkunun Aziz hocanın menşeinin Türk vatandaşı olmasından kaynaklandığını görürüz. Bu da medyanın faşizan bakış açısı olsa gerek! Aziz Hoca'nın insanlığın çok büyük bir derdine çare olabilecek bir adıma imza attığı ikinci planda kalıyor. Buna ilaveten, aynı konuda çok önemli adımı paylaşan iki kişi ise nerede ise tamamen gölgede kalıyor. Bu iki saplantılı görüşü yan yana koyunca gerçekten derin bir yeise kapılıyorum.

Yeise kapılıyorum, çünkü bir babayım ve şu anda Aziz Hoca'nın niçin ülkesini terk ettiğini üzüntü ile anlayabiliyorum. İşte bu ülkenin lider geçinenleri keşke hocaya tebrik mesajlarını iletirken biraz da olsa bu konulardaki muazzam günahlarının bir katresini hatırlamış olsalardı! Siyasi hırsların ve adamını kayırmanın tüm hızı ile sürdürüldüğü ve son iktidar döneminde zirveye ulaşmış olduğu "kurumları batırma" döneminin yöneticileri nasıl oluyor da, topluma ve vicdanlarına karşı hiçbir sorumluluk duymadan Aziz hocaya kutlama mesajı sunabiliyorlar! Üniversiteleri YÖK baskısı altında tutan, devamlı özgürlükten dem vurulurken üniversitelerde rektör seçim sonucunu ayaklar altına alarak yandaş kayırması yapan bir yönetim, kalkıyor Aziz hocaya kutlama mesajı gönderiyor.

Bir ülkenin ekonomik seviyesi doğal olarak kurumlara da yansır. Bu meselenin çözümü de, doğal olarak, uzun vadeli bir süreci gerektirir. Türkiye de kalkınma sürecini henüz tamamlamamış bir ülke olarak bazı yetersizliklerle karşı karşıyadır. Bu yetersizliklerde tabiatıyla kurumlar da payını alır ve almaktadır. Ne var ki, Türkiye'de yükseköğretim ve araştırma kurumlarında yaşanan sıkıntıların tüm ekonomik sorunlardan kaynaklanmamakta, siyasilerin hırs ve alan kapma kavgasından ileri gelmektedir. Anında üniversite sayısının 190'lara varması önemli değildir; önemli olan, yükseköğretim ve araştırma ünitelerine siyasetten, sermayeden ve tarikat yuvalarından bağımsız çalışma koşullarının sağlanmasıdır. Küba'da cami hayalini görenlerin bu küçük ve oldukça yoksul ülkenin keşke eğitimde ve tıpta neler yaptığını görselerdi. Ne cami ile İslam ülkeleri bir yere gelebilmiştir ne de Kilise ile Batı dünyası bugünü yakalayabilmiştir! Kanıtlama ve yanlışlama yöntemi ile çalışma ve araştırmalarını sürdüren bilim dünyasına kutsal alemin iman ve inanç anlayışını sokmak her iki alana da ihanettir!

Şunu çok net anlamamız gerekir ki, Aziz Sancar'ın başarısı da Orhan Pamuk'un sonucu da bireysel dokuların değil, kurumsal odakların yansımasıdır. Orhan Pamuk bir edebiyatçıdır, eserlerinin dayandığı doku doğrudan ve en doğal hali ile halktır, ilerici ya da gerici olmak bu bağlamda önemli değildir; romanlarda halk ve çevre olduğu şekliyle tanımlanmak durumundadır. Aziz  Sancar'ın başarısı ise doğrudan topluma dayanmamakta, akıl ve mantıkla oluşturulmuş, ekonomik varsıllıkla kalkındırılmış eğitim ve araştırma kurumları ve onların sağladığı bilimsel ortama dayanmaktadır. Aziz hocanın yaptığı salt betimleme değil, uzun ve meşakkatli çalışmalarla derin kuyulardan çekip çıkarılan bir buluştur; konunun alanı ve çetrefilliği benim idrakim dışında olduğu için şu kadarını söylemekle yetinebilirim ki, belki de Aziz hocanın ortaya koyduğu ödüllük buluş, doğanın işleyişini etkileyebilecek bir icattır.

Aziz hoca'yı tabii ki candan kutluyorum; ona çok şey borçlu olduğumuzu ifade etmek istiyorum. Ama, bu meseleyi Mardin ya da Savur duygusallığından kurtaralım da, küresel emperyalizm eteğinde savrulan ülkemizde, niçin ve nasıl oluyor da bilim adına hurafeye, sanat adına arabeske savruluyoruz onu tartışalım. Siyasetçiler ve yöneticiler nasıl oluyor da bir ülkenin kan ve can damarlarına karşı bu denli kasıtlı ve acımasız saldırabiliyorlar! Bu bir yanlış yaklaşım ya da basit bir gerilik mi, yoksa bir misyon uygulamasıdır!

Kapitalizmin kör kuyusunda debelenirken, 190 üniversite açmak, kriz bize dokunmadı safsataları ile işi geçiştirmek, inşaat ve montaj sanayinin sürüklediği yere razı olmak, görevi kapitalizme hizmet olan günümüz siyasetçilerinin işidir. Aziz hoca beraber şöyle bir düşünelim; acaba Nobel gibi ödüller nasıl oluyor da mutlaka belirli merkezlerde yetişmiş insanlara nasip oluyor, böylesi bir merkezileşme doğal mı yoksa bu şeytanın bir işi mi! Düşünelim; acaba neden dünyanın dört bir yanından gelen farklı insanlar kendi ülkelerinde değil de, büyük merkezlerde bir şeyler yapabiliyorlar! Aziz hoca da acaba bir gün, Albert Einstein'in ünlü "Niçin Sosyalizm" makalesi gibi bir makale üretmeyi düşünür mü! Umarım!