Sol Standartları Enstitüsü

Taksim’i AKP mi verdi, yoksa biz mi aldık?

AKP verdi çünkü küresel sisteme Türkiye’yi dönüştürerek, yani “demokratikleştirerek” eklemlenmekten başka şansı olmayan AKP’nin, artık 1 Mayıs’ı normalleştirmesi, ehlileştirmesi ve “makul ölçülerde” kutlanabilir bir gün haline getirmesi gerekiyordu.

Biz aldık çünkü kapitalizmin tarihinde burjuvazinin, sınıf mücadelesi ve emekçilerin ödedikleri bedel olmaksızın kendiliğinden verdiği herhangi bir hak bulunmuyordu. 8 saatlik işgününden genel oy hakkına, sınıfın bütün kazanımları, kanla, terle ve gözyaşıyla kazanıldı bedel, barikatlarda, darağaçlarında ve mahpushanelerde misliyle ödendi.

Demek ki sorduğumuz sorunun tek bir yanıtı bulunmuyor, demek ki her iki yanıt da bir hakikati yansıtıyor dolayısıyla da bu soruya verilecek yanıtın sınıfsal konumlanıştan ve siyasal mücadeleden bağımsız olması mümkün görünmüyor. Burjuvazinin siyasal temsilcileri, sınıf mücadelesi gereğince, Taksim’in Türkiye işçi sınıfına açılmasını kendi hanelerine yazmak zorundalar ve işçi sınıfı ile onun siyasal temsilcileri de aynı gerekçeyle bunu bir kazanım olarak mücadele tarihine geçirmek durumundalar.

Mesele tam da burada düğümleniyor Taksim’in neden 32 yıl sonra 1 Mayıs meydanı haline geldiğini, gelebildiğini Türkiye halkına anlatmak, sınıf mücadelesinin söylemsel boyutunu, yani değerler, kavramlar ve sözcükler üzerine olan boyutunu oluşturuyor.

AKP iktidarı ve onun organik aydınları 2010 1 Mayıs’ını Ergenekon’un, yani derin devletin tasfiyesine, dolayısıyla da Türkiye’nin demokratikleşmesine bağlıyorlar. Böyle de yapmak zorundalar çünkü AKP, 1 Mayıs 1977’deki katliamdan Sivas’a ve oradan da Danıştay’a uzanan bütün bir katliamlar tarihini soruşturulması amacıyla tek bir önerge ile meclis gündemine getiriyor ve Erdoğan 77’deki katliamla Danıştay saldırısının aynı karanlık güçlerin eseri olduğunu söylüyor.

Murad edilenin ne olduğu ise belli: Gladio, devlet ve Türk sağı ortak yapımı bütün bir katliamlar silsilesini tarihsel ve sınıfsal bağlamından kopararak hayali bir örgütün üzerine yıkmak ve böylelikle gerçek failleri aklayabilmek. Bu ise AKP’nin kurduğu yeni rejimin ideolojik hegemonyası açısından büyük önem taşıyor çünkü bu hegemonyanın kuruluşunun en önemli boyutlarından birisini “demokratik” yeni rejimin, eski rejimin suçlarıyla hesaplaşıyormuş gibi yapması teşkil ediyor.

Dolayısıyla Taksim’i işçi sınıfına açmak, yeni bir hegemonya projesi doğrultusunda sermaye iktidarını tahkim etmek ve siyasal alanı işçi sınıfıyla Türkiye soluna ebediyen kapatmak isteğinin bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor yani iktidarın 1 Mayıs’ın “normalleşmesi”ne yönelik arzusu, varlığı bizzat bir anomali olarak görülen solun ve sınıf hareketinin siyasal denklemden çıkması ile aynı anlama geliyor.

Bu arzuyu en iyi, uzunca süredir kendilerini “Türkiye sol standartları enstitüsü” üyeleri gibi gören liberal-muhafazakâr aydınların yazıp çizdiklerinde görebiliyoruz. Solcu olmadıkları halde düşünsel mesailerinin önemlice bir bölümünü “hakiki sol”un ne olduğu konusuna harcayan bu aydınlar, 2010 1 Mayıs’ına baktıklarında ait oldukları sınıf açısından bir tehlike sezmiş olmalılar ki, son yazılarını yine bu konuya ayırmak ve Türkiye soluna akıl vermek zorunda hissetmişler kendilerini.

Örneğin Yıldıray Oğur, Taraf’ta 2 Mayıs günü yayınlanan yazısına “1 Mayıs 2010 itibariyle Türkiye’de bir devrim tehlikesi kalmamıştır” diye başlıyor. Çünkü Oğur’a göre Taksim’e çıkılması ile birlikte bir illüzyon, solun Türkiye’de siyasi bir güç olduğu illüzyonu da ortadan kalkmış oluyor sol, Taksim’in kendi kazanımı olduğunu düşünedursun, aslında bu alan sola artık bir tehdit olmaktan çıktığı, nostaljik ve romantik bir hareket olmaktan öte herhangi bir anlam taşımadığı için açılıyor.

O halde ne yapmak gerekiyor? Oğur, “dünkü 1 Mayıs” diyor, “12 Eylül 1980’in kötü hatıralarında takılıp kalmış bu çocuksu romantik devrimciliğin, yerini zamanın ruhuna uygun siyasetler üreten olgun bir sola bırakmasına vesile olursa tarihî bir gün olabilir gerçekten”. Demek ki solun, liberal ve muhafazakârların üyesi olduğu “sol standartları enstitüsü”nün belirlediği standartlara göre bir siyaset izlemesi gerekiyor. Bunun ne anlama geldiğini ise hepimiz biliyoruz: sınıf söylemini terk eden, “askeri vesayet rejimi”ne karşı “sivilleşme”nin bayraktarlığını yapan, kimlik siyaseti peşinde koşan, piyasa ile herhangi bir derdi olmayan, “ceberut devlet”e karşı “muhafazakâr demokratlar”la işbirliği yapan bir sol, yani genetiği ile oynanmış, başkalaşmış, varoluş gerekçesini yitirmiş bir sol.

Oğur’un bu arzusuna enstitünün muhafazakâr cenahından bir ismin, Zaman yazarı Ahmet Turan Alkan’ın da katıldığını bilmek bizim için şaşırtıcı olmuyor. Alkan Nazilerin Auschwitz toplama kampının kapısına yazdıkları "Arbeit macht frei", "Çalışmak özgürleştirir" sloganını başlık seçtiği 3 Mayıs tarihli yazısında bir yandan Taksim’in kazanılmamış, bahşedilmiş bir alan olduğunu söylerken, bir yandan da Oğur’a atıfla sola akıl vermeye çalışıyor.

Alkan diyor ki: “Gören de zannedecek ki 1 Mayıs'ı Taksim'de coşkuyla kutlayabildiğimiz sürece problem yok hâlbuki olup bitenler şâhâne bir hokus-pokus'tan ibaret yahu! 100 bin kişi için Taksim'e 20 bin polis yığıyor, "Al sana meydan âyin, faşing, karnaval, kurultay, miting ne istersen yap aç kızıl bayraklarını, haykır dünya amelelerinin unutulmaz şarkılarını, dök kurtlarını, ama şu direğe tırmanmaya kalkışma, o direği gresle yağladık" diyorlar mest oluyorsunuz. Söyleyecek başka söz, yapacak başkaca iş kalmamış besbelli işiniz gücünüz, hayatınız "Nostalgia". Küçücük bir ikramla bu derece mutlu oluvermeniz ne kadar hüzn-âver bir vaziyet.”

Birinci çoğul şahısla başlayan paragrafın sonlara doğru birden ikinci çoğul şahsa, “siz”e dönüşmesi ve kullanılan dilin birden şedit bir veçheye kavuşması dahi yazarının derdinin ne olduğunu göstermeye yetiyor aslında. Alkan da Oğur gibi bir illüzyondan bahsediyor ama bu sefer bahsedilen solun bir güç sanılması illüzyonu değil de, solun kendisine bir güç atfetmesinin bir illüzyondan ibaret olması. Alkan demek istiyor ki, “siz aslında hiçbir şey değilsiniz, o alana da kendi gücünüzle çıkmadınız, size kendinizi tatmin edin, eğlenin, oyalanın diye o alan bahşedildi.”

Oğur gibi Alkan da bununla yetinmiyor elbette. O da “sol standartları enstitüsü”nün doğal üyelerinden biri olarak Türkiye soluna akıl vermekten imtina etmiyor: Bilişim çağındayız, para ışık hızıyla yerküreyi dolanıyor, freelancerlar, homo officeler ve Çin tipi sanayileşmeden müteşekkil bir küresel ekonomi var artık dünyada. Peki “bizim sol” ne yapıyor böyle bir konjonktürde? Taksim’de nostalji peşinde koşuyor. Peki ne yapsın? Yapacağı şey basit, enstitü standartları uyarınca, “işçi sınıfı yok oldu”, “Marksizm geçerliliğini yitirdi”, “sosyalizm tarihe gömüldü” diyeceksiniz, siyasetinizi de ona göre yapacaksınız.

Oğur’un, Alkan’ın ve onların saflarında yer alanların 2010 1 Mayıs’ına dair değerlendirmelerini, analizlerini ve 1 Mayıs’tan çıkardıkları sonuçları dikkatli bir şekilde okumak gerekiyor. Çünkü onların yazıp çizdikleri ile iktidarın icraatları ve stratejileri birbirinden ayrıştırılamaz bir nitelik taşıyor. Türkiye solunun, sınıf düşmanlarının verdikleri akla değil, onların aklının karşısına koyacak kadar gelişkin bir siyasal aklı oluşturmaya ihtiyacı bulunuyor.