Neyin vesayeti, kimin demokrasisi?

Fethullah Gülen’in onursal başkanlığını yaptığı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’na bağlı bir düşünce kuruluşu olan Abant Platformu 1998 yılında kuruldu. Platform ilk yıllarında cemaate yakın muhafazakâr entelektüel/akademisyenlerle, soldan ve sağdan liberaller arasında bir tür diyalog geliştirme zemini olarak görülüyor, daha dışarıya kapalı bir nitelik taşıyor ve kamuoyunca fazla bilinmiyordu.

AKP iktidarıyla birlikte Abant Platformu yeni bir işlev kazandı. Özellikle ikinci AKP iktidarı ile başlayan rejim savaşında Platform adeta ikinci cumhuriyetçiliğin ideolojik karargâhı haline geldi. Yapılan toplantılar, AKP-cemaat koalisyonunun Türkiye’yi dönüştürme projesine uygun bir nitelik taşıyor ve toplantılardaki tartışmalar yandaş medya aracılığıyla kamuoyuna aktarılarak, söz konusu dönüşümün meşruiyetini sağlamaya hizmet ediyordu.

Liberalizmin ve muhafazakarlığın söyleminde zaten yer alan bürokratik elitlerin iktidarı, seçkinler demokrasisi, ceberut devlet, jakobenizm, vesayetçilik gibi kavramlar, bu toplantılar aracılığıyla, yeni rejimin ideolojik aygıtlarının kullandığı söylemin merkezine yerleştirildi. Bugün herhangi bir taksi şoföründen ya da bir işçiden “Türkiye sivilleşiyor” tarzı bir söz duyduğumuzda hiç şaşırmıyorsak, bunda Abant Platformu’nun büyük payı olduğunu söyleyebiliriz.

Platform’un, açılış konuşmasını Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in yaptığı 22. toplantısı 25–27 Haziran tarihleri arasında “Vesayet ve Demokrasi” başlığı altında gerçekleştirildi ve medyada da geniş yankı buldu. Yandaşıyla yandaş olmayanıyla medya, Platformu bir tür akil adamlar toplantısı mertebesine yükseltti ve yapılan konuşmaları herhangi bir tartışmaya gerek duymaksızın ilahi doğrular gibi sunmayı tercih etti.

“Vesayet ve Demokrasi” başlığının tercih edilmesi ise elbette ki tesadüf değildi, AKP’nin anayasada kısmi değişikler yapmak için Eylül ayında bir referandum düzenlemeyi planladığı ve söz konusu değişikliğin Anayasa Mahkemesi’nin gündeminde olduğu bir konjonktürde, liberal-muhafazakâr entelijansiyanın kuşkusuz vesayeti ve demokrasiyi tartışması gerekiyordu.

***

Türkiye’nin siyasal rejimini, özellikle de tek parti dönemini tarif etmek için vesayet rejimi ya da vesayetçi rejim terimi ilk kez Fransız siyaset bilimci Maurice Duverger tarafından kullanıldı. Bu kullanımda terim, rejimi kuran elitlerin, demokrasinin altyapısı gerçekten kurulana ve halk kendi kendini yönetmeye ehil olana kadar, iktidarı elinde tutmasını ve rejimi korumasını anlatıyordu yani elitler, erginleşene kadar halkın vasiliği görevini üsteleneceklerdi.

Duverge’nin herhangi bir olumsuzluk atfetmeden kullandığı bu kavram, son yıllarda liberal-muhafazakâr entelijansiya tarafından dönüştürüldü ve 1923’ten bugüne Türkiye’deki siyasal rejimi tarif etmek için kullanıldı. Buna göre Osmanlı’nın merkezi, bürokratik ve otoriter rejimini miras alan Kemalist elitler, yani bürokrasi, cumhuriyetle birlikte bir vesayet rejimi kurmuştu ve bu rejim 86 yıldır devam etmekteydi. Halkın bu rejime karşı çıkarak iktidara getirdiği Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi ve son olarak da AKP gibi partiler ise ya darbelerle iktidardan indirilmiş ya da darbe girişimlerine maruz kalmış, böylelikle seçkinler, vesayetçi zihniyetlerini iktidarda tutabilmişlerdi.

Bu bakış açısı modern Türkiye tarihini, elitlerle, ya da bürokrasi ile ya da en geniş anlamıyla söylemek gerekirse, devletle toplum arasındaki çatışma üzerinden okuyordu. Söz konusu çatışmada otoriter ve faşizan devletin karşısında demokrasi isteyen geniş halk yığınları ama esas olarak onların siyasal temsilciliği görevini üstlenen merkez sağ partiler bulunuyordu.

Türkiye tarihine dair bu liberal-muhafazakâr perspektif açıkça sınıf körü bir nitelik taşımaktaydı ve ne Türkiye burjuvazisine ne Türkiye işçi sınıfına ne de bu ikisi arasındaki çatışmalara dair herhangi bir söz söylemekteydi sanki Türkiye sınıfların mevcut olmadığı ve sınıf mücadelelerinin yaşanmadığı ayrıksı bir coğrafyaydı.

Aynı şekilde söz konusu perspektif Türkiye’yi kapitalist dünya sisteminin içerisine yerleştirmeden analiz etmeyi tercih ettiği için, dünya sisteminin 20.yüzyıl boyunca geçirdiği dönüşüm ve Türkiye egemen sınıfının bu dönüşüme uyum sağlamak için geliştirdiği eklemlenme projeleri hakkında da tek bir söz söylememeyi tercih ediyordu.

Hal böyle olunca, Türkiye’yi dünya sistemine planlama/kalkınma temelli bir proje ile eklemlemek isteyen ve bunun hukuki zeminini de 61 Anayasası ile oluşturmayı amaçlayan ilerici niteliği açık 27 Mayıs da, Türkiye’nin dünya sisteminden kopmasını engellemek amacıyla yapılmış ve hedef olarak 61 Anayasası’nı seçmiş 12 Mart ve 12 Eylül de, aynı odakların gerçekleştirdiği darbeler olarak görülebiliyor, her üç darbeyi yapanların da Kemalistler olduğu söylenebiliyordu. Tıpkı Türk sağının Maraş’tan Sivas’a uzanan kanlı tarihini yıkayabilmek ve “bize sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz” diyebilmek için Ergenekon isimli hayali bir örgütün üzerine son elli yılın bütün suçları yıkmak gibi.

İkinci cumhuriyetçiliğin, 1923 cumhuriyetini tarif etmek için kullandığı vesayet terimi yukarıda özetlemeye çalıştığımız mistifikasyonun yanı sıra bir başka şeye daha hizmet ediyor kuşkusuz: sermaye vesayetini ve sermaye iktidarını gizlemeye. Çünkü yıkılması talep edilen vesayet rejiminin yerine gelmesi arzulanan liberal demokrasi, sermayenin emek üzerindeki egemenliği ve vasiliğinin totaliter niteliğinin üzerini örtmek için kullanılan bir tülden başka bir şey değil.

Liberal-muhafazakar entelektüellerin insan hayatının sermayenin ve piyasanın egemenliği altına sokulmasına herhangi bir itirazları bulunmuyor kapitalizmin dünyayı sürüklediği ekolojik yıkıma ve gezegenin ABD ve emperyalizmin vesayeti altında tutulmasına da! Tıpkı “küçülsün” diye bas bas bağırdıkları devletin on bin polis ve yirmi bin imam kadrosuyla daha da şişmesine ve merkezinde polisle imamın bulunduğu yepyeni bir vesayet rejiminin kuruluşuna herhangi bir itirazları olmaması gibi.

***

Sınıf mücadelesi, iki sınıfın ellerinde silahlarla göğüs göğse çarpışması değil de, nihai hesaplaşma anı gelene kadar sürecek olan söylemler, kavramlar, değerler, paradigmalar üzerine verilen bir mücadeleyse ve mücadelenin sonucunu hangi sınıfın kendi hegemonyasını kurabileceği belirleyecekse, görevimiz kendi değer ve kavramlarımızı egemen değer ve kavramlar haline getirecek araçları yaratmak olmalıdır.

Örneğin, Türkiye’nin solcu, ilerici, cumhuriyetçi akademisyenlerinin, entelektüellerinin, edebiyatçılarının ve sanatçılarının yılda hiç olmazsa bir kere bir araya gelip Türkiye ve dünya üzerine konuşacakları, tebliğler sunacakları, sonuç bildirgeleri hazırlayacakları ve kamuoyuna sunacakları, gelenekselleşmesi amaçlanan bir toplantıyı organize etmek üzerine düşünemez miyiz, Türkiye solu böylesi bir organizasyonun altından kalkabilecek birikime sahip değil midir?

Eğer bu tür araçları yaratamazsak insanların “neyin vesayeti” ve “kimin demokrasisi” sorularını sorması da mümkün olmayacaktır.