Hangi 'gelecek', neye 'deva'?

Bir hezimete dönüştüğü 5 Mart’taki Moskova görüşmelerinde bir kez daha ortaya çıkan Suriye siyasetinin iki sorumlusundan biri kimdir?

“Stratejik derinlik” adı altında Osmanlı’yı ve hilafeti yeniden diriltme gibi bir fanteziyi Türkiye’nin dış politikasının merkezine kim yerleştirmiştir?

Avrupa Birliği ile geri kabul anlaşmasını kim imzalamış ve kim Türkiye’yi Avrupa’yı mülteci akınından koruyan bir tampon bölge haline getirmiştir?

Tüm bunların sorumlusu olan kişi artık iktidar partisinin üyesi değildir ama iktidar partisi de ondan sonra dış politikasında milim değişikliğe gitmiş değildir. Dış politikada uygulanan program hâlâ daha Davutoğlu programıdır, Türkiye Davutoğlu’nun fantezilerinin bedelini hem Suriye’de hem de bütün bir dış politikada ödemeye devam etmektedir.

Peki iktidarın önce IMF’nin kontrolü altında, sonra da IMF olmaksızın izlediği neo-liberal politikaların uygulayıcısı uzun yıllar boyunca kim olmuştur?

Kim AKP hükümetlerinde ekonomiden sorumlu devlet bakanlığı ve dışişleri bakanlığı görevlerini üstlenmiştir?

Dışişleri bakanlığı görevini Davutoğlu’na devretmesinin ardından önce ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığı görevine, Davutoğlu hükümeti döneminde ise Başbakan danışmanlığı görevine getirilen kişi kimdir?

Türkiye ekonomisinin bugün içinde bulunduğu durumun baş sorumlularından biri artık iktidar partisinin üyesi değildir ama iktidar partisi de ondan sonra ekonomi politikalarında milim değişikliğe gitmiş değildir. Ekonomide uygulanan program hâlâ Kemal Derviş’ten devralınan ve Ali Babacan’ın Mehmet Şimşek’le birlikte yürüttüğü neo-liberal programdır. Türkiye enflasyonla, işsizlikle ve yoksullukla Babacan’ın sorumluluğunda yürütülen ekonomi politikalarının bedelini ödemeye devam etmektedir.

Bugün bütün anketlerde “Türkiye’nin en önemli sorunu nedir” şeklindeki soruya ortak bir yanıt verilmekte, toplum öncelikli sorun olarak ekonomiyi görmekte, ardından ise özel olarak Suriye, genel olarak ise dış politikadan kaynaklanan sorunlara işaret etmektedir.

Demek ki on sekiz yılın sonunda Türkiye’de yaratılan ağır tahribatın en somut olarak gözlenebildiği alanların ekonomi ve dış politika olduğu, toplumun yaratılan tahribatı en çok bu iki alanda hissettiği açıktır.

Peki durum böyleyken, bu ağır tahribatın sorumlularının, bu sorumluluklarından ellerini yıkayarak çıkma yüzsüzlüklerine ve yeni partiler kurarak Türkiye’ye yeni bir “gelecek” vaat etmelerine, Türkiye’nin dertlerine “deva” olacaklarını iddia etmelerine ne demek gerekmektedir, ortada son derece ironik ve trajikomik bir durum yok mudur?

Geride kalan 18 yılda, iktidarın en büyük başarısı, elbette ki muhalefet partilerinin de büyük katkısıyla, muhalif toplum kesimlerinin iktidarla ancak ona benzeyerek, onun gibi davranarak, onun diliyle konuşarak mücadele edilebileceğine ve ancak öyle başarılı olunabileceğine inandırılması olmuştur.

Bu 18 yıl boyunca, toplumun en az yarısının iktidar politikalarına teslim olmayı reddettiği doğrudur ama aynı kesimlerin sağcılığın alternatifinin başka bir sağcılık olması gerektiğine, muhafazakâr seçmenin ürkütülmemesi gerektiğine, sağ ittifakların karşısına yine sağ ittifaklarla çıkılması gerektiğine, yani çok büyük bir yanılgıya ciddi bir şekilde ikna edildiği açıktır.

“Gitsinler de yerlerine kim gelirse gelsin” şeklinde özetleyebileceğimiz ve on sekiz yıllık yorgunluktan, yılgınlıktan, moralsizlikten kaynaklı bu tutum, “pragmatizm” diye kutsanmakta, “strateji” adı altında meşrulaştırılmakta, bunun ise siyasetin sağa çekmesini, sağın terminolojisinin siyasetin merkezine yerleşmesini ve bırakın sosyalist solu, merkez solun argümanlarının bile marjinalleşmesini beraberinde getirdiği bilerek ya da farkında olunmaksızın görmezden gelinmektedir.

Bu görmezden gelmenin sonucu ise AKP’nin içinden çıkan iki partinin muhalif kesimlerde bir “umut” haline gelebilmesidir; elbette ki bu partilere oy verme anlamında değil ama bu partilerin AKP’den oy çalma ihtimallerinden kaynaklanan bir umuttur bu.

Doğrudur, bütünüyle sandığa endekslenmiş bir siyasal mücadele tarzının benimsenmiş olmasından kaynaklı olarak iktidara gelebilmenin yolunun ittifaklardan ve % 51’den geçtiği bir konjonktürde % 1 oy bile önemlidir; ancak gözden kaçırılan şey, bu % 1’in karşılığının, iktidar ortaklığı olduğudur. Her iki parti de “Millet İttifakı”nın içerisinde yer alacak, bakanlık pazarlığı yapacak ve çok büyük ihtimalle de iktidar ortağı olacaktır.

Karşıda AKP ve MHP ittifakı, onun karşısında ise AKP’nin içinden çıktığı Saadet Partisi, MHP’nin içinden çıkan İYİP, AKP’nin içinden çıkan Davutoğlu’nun Gelecek Partisi ve DEVA diye kısaltılan Babacan’ın Demokrasi ve Adalet Partisi, başlarında ise giderek ANAP hüviyetine bürünen, merkez sağ bir partiye dönüşen CHP…

Peki bunun sonucu ne olacaktır? Bunun sonucunun, uzunca bir süredir işaret ettiğimiz üzere, Türkiye’nin AKP-sonrası dönemde de “AKP’siz bir AKP rejimi” ile yönetilmeye devam etmesi olacağı açıktır.

“AKP’siz AKP rejimi”, basitçe AKP’nin yokluğunda bugünkü rejimin üzerine inşa edildiği mekanizmaların hiçbir şey olmamışçasına yoluna devam etmesi demek değildir elbette, böyle bir şey eşyanın tabiatına aykırıdır ve kastedilen de bu değildir zaten.

Kastedilen, AKP rejiminin içeride ve dışarıdaki aşırılıklarının törpülendiği, üzerine bir “demokrasi” ve “normalleşme” makyajının çekildiği, ancak AKP rejimini AKP yapan iki şeyin, yani dinselleşmenin ve piyasacılığın ölçüleri değişmiş bir şekilde yoluna devam etmesi, “restorasyon sağcılığı” diyebileceğimiz bir sağ siyasetin Türkiye’yi uzun süre yönetmesidir.

Yani Türkiye toplumunun önüne AKP’nin sağcılığından kurtuluş olarak sağın başka bir versiyonu, başka bir sağcılık konulmakta, ehven-i şer olarak bunun kabul edilmesi istenmekte, toplum buna razı edilmeye çalışılmaktadır.

Bu ise şüphesiz Türk sağının, İslamcılığının ve AKP’nin en büyük başarısı olacaktır; AKP’nin olmadığı ve İslamcılığın adının telaffuz edilmediği bir politik iklimde Türk sağı, İslamcılığın ve AKP’nin çizdiği koordinatlara dayalı, “light” bir AKP programını devam ettirmeyi deneyecek, Türkiye kapitalizminin meşruiyeti buradan tesis edilmeye çalışılacaktır.

Peki bu “kırk katır mı kırk satır mı” siyasetinin karşısına başka bir siyasetle çıkılabilir mi?

Topluma sağcılıklardan sağcılık beğenmek zorunda olmadığı, sağın Türkiye için bir “gelecek” tasarlayamayacağı, Türkiye’nin dertlerine “deva” olamayacağı anlatılabilir mi?

Bu soruların yanıtı açık bir şekilde “evet”tir ve bu bir ütopya değildir. Türkiye’de solun, sosyalist siyasetin kendini var edebileceği ve alternatif haline gelebileceği gerçek bir zemin mevcuttur; süreklileşmiş kriz konjonktürü solu siyasete çağırmaktadır ve toplumun adını henüz kendisinin de koyamadığı bir arayış içerisinde olduğu açıktır.

“Pragmatizm” diye topluma sunulan şeyin bizzat kendisi bir “ütopya”, “ütopya” diye dalga geçilen şeyin kendisi ise bizzat hakikattir.