Baykal'dan sonra sıra Erdoğan'da mı?

Liberal-muhafazakar ittifakın ideologlarının düşünsel mesailerinin önemlice bir bölümünü "hakiki sol"u tarif ve hatta inşa etmeye ayırdıklarını ve kendilerini "sol standartları enstitüsü" gibi gördüklerini daha önce defalarca kere yazdık bu köşede. İşte o isimlerden biri olan Mümtaz'er Türköne 13 Mayıs tarihli "Sol rehin kaldı mı?" isimli yazısında Türkiye solunun dünyada olup biteni anlamakta ne kadar yetersiz kaldığını anlattıktan sonra şöyle diyordu: "Marksizm Leninizm Ensitüsü" gibi çalışan Mülkiye hala ayakta."

Peki Türköne'nin dediği üzere Marksizm Leninizm Enstitüsü gibi çalışan bir Mülkiye var mıydı sahiden de?

Biri halen görevde, diğeri ise emekli olmakta birlikte okulun sembol isimlerinden biri olarak kabul edilen iki Mülkiye hocasının AKP ile yazdıklarından birer örnekle yanıtlamaya çalışalım bu soruyu.

Faruk Alpkaya 14 Mart 2010 tarihinde Radikal 2'de yayınlanan "AKP ve Muhafazakarlık" isimli yazısında şöyle diyor: "AKP iktidarında dillendirilenler, gerçekleştirilenler ve çağrılan geçmiş birarada düşünüldüğünde, AKP'nin yeni bir dünya-imparatorluk kurmaya çalıştığı, dolayısıyla muhafazakâr olmak bir yana radikal bir dönüşümcü olduğu söylenebilir."

Baskın Oran ise yine Radikal 2'de 9 Mayıs günü yayınlanan yazısında AKP dış politikasının mimarı olarak kabul edilen Ahmet Davutoğlu ile ilgili olarak şu satırları yazıyor: "Bazı arkadaşlar 'Cumhuriyet tarihinin en çarpıcı dışişleri bakanı' diye yazdılar. Ben biraz daha ileri gideyim: Osmanlı dahil, Türkiye tarihinin en önemlisi. Benzetildiği Kissinger'dan çok daha önemli. Çünkü Kissenger'ın yönettiği dev makine dünyaya zaten egemen idi. Davutoğlu sayısız zafiyetlerin ülkesinde bir yalnız adam, başlamış bir süreçten kuvvet almıyor, milletvekili bile değil. Önemi nereden? Yapmak istediklerini bir tarihsel çerçeveye ve teoriye oturtmasından. Bu sayede, şimdiye kadarki bakanlar gibi olayların ardından sürüklenmiyor olayları kurmaya çalışıyor."

Liberal-muhafazakar bir ideologun "Marksizm-Leninizm Enstitüsü"ne benzettiği Mülkiye'nin iki hocasının yukarıdaki satırları yazabilmelerinde bir garabet bulunmuyor mu?

Ortada bir garabet elbette var ancak sadece bu iki yazarla sınırlı değil. Yandaşıyla yandaş olmayanıyla Türkiye medyasının ve AKP iktidarında suyu ararken yolunu yitirmiş Türk aydının yarattığı kolektif bir durumdan bahsediyoruz. Garabetin kaynağında ise Türk Dış Politikasının AKP döneminde bir eksen kaymasına uğrayarak, ABD ve AB'den bağımsız bir rotaya girdiği ve özerkleştiği iddiası var. AKP muhipleri bunu Türk dış politikasının bağımsızlaşması olarak selamlarken, AKP'ye mesafeli durmayı tercih edenler ise Türkiye'nin giderek bir Ortadoğu ülkesi haline geldiğini iddia ediyorlar.

Türkiye'nin geçtiğimiz günlerde Rusya ile yaptığı anlaşmaya ya da Erdoğan'ın son İran gezisine bakarak Türkiye'nin Avrasyacı bir çizgiye yöneldiğini yazabilecek ölçüde bir akıl tutulmasının yaşandığı Türkiye'de, AKP dönemi dış politikasına ait bu eksen kayma efsanesinin artık iç politikaya da tahvil edilmeye çalışıldığını görüyoruz.

Bunun en somut örneği kaset komplosunda gözlemlendi ve Baykal'ın tasfiyesinin aslında Erdoğan'ın tasfiyesine yönelik bir planın parçası olduğu iddia edildi. Buna göre hem ABD hem de Türkiye'deki "müesses nizam" Erdoğan'ın giderek kontrolden çıkmakta olduğunu, orta vadede ABD ve Avrupa ile bütün köprüleri atarak yüzünü bütünüyle doğuya döneceğini ve Türkiye'yi başka bir eksene oturtacağını ihtimal dahilinde görmüş ve bunun için de Erdoğan'ı iktidardan indirebilecek bir anamuhalet yaratma projesi yürürlüğe konulmuştu. Yani Baykal'ın tasfiyesi ile güçlü bir muhalefet yaratılacak ve böylelikle AKP ile Erdoğan alaşağı edilecekti.

AKP'ye, Erdoğan'a ve Yeni-Osmanlıcı Türk dış politikasına bakarak Türkiye'nin bir eksen kayması yaşadığını, daha bağımsız bir ülke haline geldiğini ve Avrasyacı bir perspektifi olduğunu iddia etmek için sahiden de ya liberal-muhafazakar bir yandaş, ya Faruk Alpkaya ve Baskın Oran gibi "enstitü" mensubu ya da düpedüz ahmak olmak gerekiyor. Ortada herhangi bir eksen kayması bulunmuyor bilakis Graham Fuller ve Philip Gordon gibi isimlerin Türkiye'ye çizdiği yeni rota AKP ve Davutoğlu eliyle hayata geçiriliyor.

Bu rota ise yalnızca dış politika alanında değil içeride de paradigmanın değişmesini gerektiriyor. Geçtiğimiz hafta yazdığımız gibi ordu ve yargıdan sonra CHP de düzleniyor. Baykal'ın gitmesiyle birlikte CHP'nin güçleneceğini ve bunun da AKP'nin ve cemaatin işine yaramayacağını, dolayısıyla komplonun arkasında başkalarının aranması gerektiğini söyleyenler, Erdoğan'ın son üç gündür yaptığı konuşmalarda Baykal'ın geri dönmesini engellemek amacıyla söylediği sözler hakkında ne düşünüyorlar acaba?

Anlaşılıyor, hem AKP hem de cemaat Baykal'sız bir CHP'nin mevcut durumunu koruyamayacağını ve yine geçtiğimiz hafta yazdığımız üzere ya bölüneceğini ya da yeni rejime uygun bir sosyal demokrat parti haline geleceğini biliyor ve buna göre hareket ediyor.

Kılıçdaroğlu'nun adaylığını açıklamasına rağmen Alevi ve Kürt bir genel başkanı CHP'nin çelik çekirdeğinin kabullenmeyeceğini, partinin Kılıçdaroğlu etrafında birleşemeyeceğini ve kurultayın CHP için uzun bir kriz döneminin başlangıcı olacağını söylemek için kahin olmak gerekmiyor.

AKP ve cemaat, diktatoryal nitelikleri haiz bir yeni rejim inşasının kesintiye uğraması halinde başarısız olacaklarını biliyorlar. Bunun için de AKP'nin önce referandumu kazanması sonra da bir kez daha tek başına üçüncü kere iktidar olması gerekiyor başkanlık sisteminin ancak üçüncü iktidar döneminde Türkiye'nin gündemine getirilebileceği düşünülüyor çünkü.

CHP'nin güçsüzleştirilip devredışı bırakıldığı bir konjonktürün en çok AKP'ye yarayacağı görülüyor. Kaset olayına da, karmaşık analizler yapmak yerine bu basitlikte bakmak gerekiyor: AKP/cemaat, biraz hoyratça olmakla birlikte, zemin düzlüyor, alan açıyor, kendi muhalefetini yaratmayı amaçlıyor ikinci cumhuriyetin ancak kendisi gibi olan bir muhalefete cevaz vereceği daha iyi anlaşılıyor.