Bir Kez Daha Güncellik ve Sanat Üzerine

Güncellik sanata yansıyacak mı diye sormuştuk önceki yazılardan birinde:

Güncelliğin karmaşası, tarihsel önem taşıyan olgulara ulaşmak üzere nasıl sadeleştirilebilir?

Güncelliğin ortaya koyduğu eğilim ve yönelimler nasıl ayrıştırılabilir bu eğilim ve yönelimler bireyde nasıl tezahür eder?

Eskilerin tabiriyle “ehem” ile “mühim” arasına ayrım çizgileri nasıl çekilebilir?

Piyasada para kazanmak üzere dolaşıma giren eserlerin üreticilerinin “bu dönem bu konu iyi gider” dürtüsüyle yarı-bilinçli yansıttıkları güncellik soslu eserler değildi aradığımız:

Sadece “Nefes”, “Kurtlar Vadisi – Gladio” benzeri siyasi gündemlere değinen filmler de değil bahsettiğimiz. Son iki yılın ticari filmlerinin konularına bakılırsa Türk sinemasının “aşk”ı yeniden keşfettiğini düşünebilir bakan kişi. “Romantik komedi” denilen pespayeliklerden, en rafine örneğini “Issız Adam”da gördüğümüz cins ikinci sınıf aşk filmlerine kadar…

Aslında bu da bir açıdan “güncelliğin yansıması”dır: Memlekette ne olup bittiğini anlayamayan ortalama aklın, aşk-meşk’e kaçmasıdır olan. Siyasi fırtınalardan, yoksullaşma tehditlerinden yorulan orta sınıfların, kendi benliklerine ve heveslerine saklanmasıdır.

Aragon’un bir şiirindeydi yanlış hatırlamıyorsam, sevgililer birbirine limandır, diyordu. Gündelik hayatın keşmekeşi Aragon’un dizesindeki pozitif anlamın kastını da aşan bir şekilde negatif anlamda sığınılacak limanlar aratıyor olmalı ki, uyanık yapımcılar aşk filmleri furyasını ortaya koyabildiler. (Bayağı filmler olduklarından izleyiciyle buluşma şansını yitirmişlerdi zaten, o ayrı bir konu.)

Güncellik, bir şekilde sızıyor demek ki kültürel – sanatsal üretime… Üreticilerinin bunu ne kadar bilinçli yaptıklarından bağımsız olarak.

Peki bu kaçışın ve saklanışın ötesine geçip, sanatsal anlamda “zamanın ruhu”nu bireyci değil toplumsal anlamda yansıtabilen örnekler var mı hiç?

Elbette. Ustaoğlu’nun ‘Pandora’nın Kutusu’ ve Erdem’in ‘Hayat Var’ı ilk akla gelen filmler mesela. Bir diğerinden daha burada bahsetmenin yeridir: “11’e 10 Kala” filmi örneğin.

Genç yönetmenlerden Pelin Esmer ilk uzun metrajlı – oyunculu “11’e 10 Kala” adlı filminde, ki geçen yıl gösterime girmişti, kendi amcasının yaşamından yola çıkarak tasarladığı bir hikâyeyi anlatıyordu:

Filmin iki ana karakterinden biri olan emekli mühendis Mithat bey bir koleksiyonerdir. Hallice bir orta sınıf üyesi olan Mithat beyin koleksiyonu, ilk akla geldiği üzere pahada yüklü şeyler olmaktan ziyade, “yaşamına değen her şey”dir. Günlük gazeteden manyetolu elektrik fenerine, yedi ekmeğin etiketinden mektuplarının pullarına, dergilere, kendini anlattığı eski gazeteci teyp kasetlerinden bir takım oyuncaklara kadar, bir sürü şey… Her birinden ikişer tane…

Emniyet Apartmanı’ndaki evinde yalnız yaşayan Mithat bey, karısı bu koleksiyon sevdası yüzünden onu terk etmiş, daire içinde kendine çok az hareket alanı bırakan, dağ gibi yığılı bu koleksiyon öbekleri arasında nizamlı ve intizamlı bir hayat sürüyor.

Günlük rutinleri var Mithat beyin: Kah koleksiyonu için başkalarına “ıvır zıvır” gelebilecek nesneleri toplamak üzere, kah koleksiyonundaki kimi cihazları tamir ettirmek üzere evinden çıkıyor, bir kadın tanışının lokantasına yemek için uğruyor, günün geri kalanını da evinde koleksiyonunun başında geçiriyor.

Yaşadığı apartmanın kapıcısı olan diğer ana karakter Ali ise, köyünden İstanbul’a geldiğinde apartmana kapıcı olarak girmiş ve dünyası ve çevresi burası ile sınırlı. Kızı, kapıcı dairesindeki rutubetten dolayı hastalandığı için, karısını ve kızını daha iyi koşullar sağlayana kadar köyüne geri yollamıştır bir süre önce.

Yaşadıkları Emniyet Apartmanı’nın diğer sakinleri, Mithat beyin koleksiyonundan endişelidir yığınların toz – pislik üreteceği, böcekleneceği tedirginliği nedeniyle Mithat bey üzerinde, koleksiyonunu apartmandan çıkarması için baskı oluşturuyorlar. Asıl dertleri, binanın yıkılıp yerine daha çok katlı bir yapının kondurulması ve böylece daha değerli evlere sahip olmak ve ek daireler yoluyla rant elde etmektir. Mithat bey, ev sahibi olmaktan kaynaklanan haklarına istinaden, diğer komşuların sallantıda olduğunu söyledikleri binanın yıkılmasına onay vermiyor.

Mithat beyin yakınları da oldukça duyarsızdır kendisine karşı: Kızı sadece hal hatır sormak ve arada evi temizletmek için aramakta ve torunu ise dedesinin koleksiyonunu paraya çevirme derdindedir.

Bu verilerden sonra filmde bir kırılma yaşanıyor: Apartmanın diğer sakinleri, Mithat bey üzerinde koleksiyonunu tahliye etmesi için kurdukları baskıdan sonuç alamamaktadırlar. Bu nedenle konuyu belediyeye intikal ettirirler. Belediyeden gelen iki yetkili, koleksiyonun bina için tehlike arz ettiğini, hızla toparlayıp kaldırmazsa, kendilerinin evi boşaltacaklarını bildirirler. İlk başta komşularına kulak asmayan Mithat bey, yıkımın kaçınılmazlaştığı duygusuyla epeyce çaresiz, tüm koleksiyonunu kolilere doldurup binanın bodrum katına taşımaya başlıyor. Tüm bu işlerde apartman kapıcısı Ali de kendisine yardım etmektedir. Mithat bey evde koleksiyonunu toplarken, onun günlük rutinini Ali devralıyor: Toplanan günlük gazeteleri o almaya, tamir edilecek cihazları o götürmeye, kimi parçaları bulmak üzere İstanbul’a açılmaya başlıyor Ali.

İstanbul’a açılan Ali’nin gözü de açılmıştır: Mithat beyin işe yaramaz çöpü gibi gördüğü koleksiyonun değerini fark etmeye başlıyor. Artık bodrumdaki kolilerden ufak ufak tırtıkladığı kıyafetlerin ötesine geçip, para edeceğine uyandığı kimi nesneleri satmaya ve kendine daha rahat bir hayat kurmak, ailesini yeniden İstanbul’a yanına getirmek üzere sermayeyi doğrultmaya başlıyor.

Bu uzunca özeti yapmak zorundaydım, derdimi anlatabilmek için.

Pelin Esmer’in 11’e 10 Kala filmi, bir açıdan Türkiye’de son yıllarda yapılmış en güçlü ve etkileyici filmlerden biri olabilecekken, direkten dönmüş bir film. Sinematografisiyle, insancıllığıyla, samimiyetiyle piyasadaki diğer ‘meta’lardan ayrışmasına rağmen, son derece güçlü politik çıkarımlara ulaşamayıp, Mithat beyin hikayesi olarak kalıyor.

“11’e 10 Kala” filminin Emniyet Apartmanı, Mithat beyde ve Ali’de, dağılmaya ve yıkılmaya yüz tutan Türkiye Cumhuriyeti’ni, son 10 yıla damga vuran yağmacı toplumsallığı son derece güçlü bir şekilde işlemeye uygun bir analoji alanı yaratıyor. Rant peşinde koşan torun ve komşular arada bir hatırlayıp sadece halini sormakla yetinen kendi kızı da öyle.

Ama teorik olarak yaklaşıldığında oluştuğunu söylediğim analoji alanı, filmden çıkmıyor daha doğrusu izleyiciye geçemiyor. Sıcak ve hazin bir portrede son buluyor.

Bunun nedeni ne olabilir peki?

Ya da şöyle soralım: Pelin Esmer, bu portrenin ötesine geçmek zorunda mı? O kadarcık anlatmak istiyorsa, buna kızacak mıyız?

Sanatsal üretimi önemsiyor ve değer veriyorsak, bu ve benzeri soruları kurcalamak zorundayız.

Sanatçı kimdir ve sanatçının formasyonunun niteliği nedir, bu sorular, bunlardır aslında.
Burada devreye sanatçının siyasal birikimi ve çözümleme gücü giriyor. Son 10 yılda Türkiye’de nasıl bir dönüşümün gerçekleştiğini çözümleyebilen bir perspektif güçlenmiş ve toplumsallaşabilmiş olsaydı, sadece meraklısının değil, sinemaya gitmeye gücü yetebilecek çok daha geniş bir izleyici toplamının bu filmle buluşabileceğini ve daha güçlü bir anlam kazanabileceğini görecektik.

Tersinin geçerli ve önemli olduğu bir dönemdeyiz demek ki:

Sanatçı çözümleme gücüne ulaşmaya ve siyasallaşmaya istekli olacak ve bunu gözetecek ki, eseri güçlenebilsin ve dik durabilsin. Sanatçının içsel dinamikleri, dışsal dinamiklerle buluşamazsa, sanat eserinin gücünden çok şey yitireceği bir dönemdeyiz.

Ve bu topraklar insanlık tarihine geçecek sanat şaheserleri üretmeye o kadar açık ki…