'İnşaat mühendisliğinde, iyi mi! Şimdi bu çocuğun yapacağı binadan ne hayır gelir? Daha bunun tıpta okuyanı var, ne bileyim, eczacılıkta okuyanı var...'

YÖK Başkanı olacak şoför

Orhan Aydın’ın ve öteki yoldaşlarımızın acılarını paylaşarak…

Enkazdan kurtarılarak hastaneye götürülmekte olan ellili yaşlarında bir kadın yurttaşımızın “param yok, beni özele götürmeyin” dediğine de tanıklık ettik sonunda. Bu tanıklık deprem neye yol açtı, neden yol açtı, şimdi ne olacak türü bütün sorulara yanıt veriyor. Böyle diyorum ama, bu sorularla bir biçimde karşı karşıya kalıp “Evet, fukaralık başa bela!” diye yazıklananların, daha bilimsel takılıp “Doğru, gelir dağılımı düzeltilebilmiş olsaydı, insanlar bu duruma düşmezlerdi!” diyenlerin çıkacağından kuşkum yok. Neyse, Nasrettin Hoca’nın izinden gidelim, anlamayanlar bi zahmet anlayanlara sorup öğrensin.

Ben bugün bir öykü anlatmak istiyorum. Yazmak yerine anlatmak sözcüğünü seçmemin nedeni şu: Öykü yazmak deseydim bir edebi tür olarak öykü anlaşılabilirdi. Oysa şimdi anlatacağım, çok değil, iki gün önce başımdan geçen bir olay. Benim herhangi bir yaratıcılığımdan söz edilemez, olanı aktaracağım sadece. Fotoğraf sanatçılarını incitmek istemem de, şu benzetmeyi yaparsam daha iyi anlaşılabileceğimi sanıyorum: Basitçe bir fotoğraf çekmiş olacağım, resim yapmaya kalkışmıyorum.

Bizim mahalle Kızılay’a giden dolmuşların ilk durağı. Bu bizim için bir şans, çünkü oturacak yer bulup, hatta yer seçerek oturmak mümkün olabiliyor. İki gün önce de benim için öyle oldu. Şoförün yanındaki tek koltuğa rahatça kuruldum. Gelen giden yok daha, epeyce bekleyeceğimiz anlaşılıyor.

Şoförümüz en çok otuzlarının başında, biraz sinirli görünen bir genç. Sigara paketinden bir sigara çıkarıp yakmaya hazırlanırken sordu: “Abi, rahatsız olmazsan bir tane içeceğim.” İçebileceğini söylemekle kalmayıp muhabbetin kapısını da araladım: “İç kardeşim iç. Biz bırakalı çok oldu. Tadını bile unuttuk!”

O sırada çoktan yan koltuğa kurulup başımdaki kasketi de çıkarmıştım. “Amca, ben seni bu dolmuşlarda hep görürüm. Senin adın ne?”

Buyur burdan yak hemşerim, denir buna. Daha bir dakika geçmedi, abilikten amcalığa terfi mi ettik, tenzil-i rütbeye mi uğradık, anlamak mümkün değildi. Herhalde kasketi çıkarınca tümüyle görünür olan saçların rengi ile miktarı bir düzeltmeyi gerektirmişti. Adımı söyledim.

“Benimki de Coşkun” dedi.

Kısa bir sessizlik oldu. Sigarasından üst üste nefesler çekiyor. Dönüp arkaya baktım, kimseler yok daha. Saatime göz attım, geç kalacağız. Telefonu çıkarıp Nâzım’da buluşmak üzere sözleştiğim arkadaşımı aradım. “Dolmuşlar geç geliyor, biraz gecikeceğim, haberin olsun!” dedim.

Konuşmamı dinleyen şoförümüz Coşkun bozulmuştu: “Mesut Amca, bizi harcadın şimdi!” dedi.

“Yok canım, senin ne kabahatin var. Şu sıralar işler biraz kesat galiba! Dolmadan kalkacak değilsin ya!” diyerek yumuşatmaya çalıştım. “Bütün okullar kapalıydı. Şimdi üniversiteleri de kapattılar. Yolcunuz azalmıştır.”

“Azalmaz mı! Mal sahibi de sıkıştırıp duruyor.”

“Araba senin değil mi?”

“Yok be amca, ne gezer. Ben işçiyim.”

“Dönüşümlü mü çalışıyorsunuz?”

“Nerdee! O 80 yaşında. İki oğlu var, biri kumarbaz, öbürü ayyaş. Parayı da onlar yiyor.”

“Sen de amma çatmışsın!”

“Ne yaparsın, iki çocuğum var, ellerinden öperler, geçinip gidiyoruz işte, ne kadar geçinebilirsek…”

Tek tük yolcular gelmeye başladı. Ama minibüsün yarıdan çoğu boş daha. Bizim şoför Coşkun az önceki konuya dönmek niyetinde.

“Üniversiteleri de kapattılar dedin ya amca, benim aklım almıyor bu işi. Bir yeğen var bizim. Üniversitede okuyor. Son sınıfa geldi. Korona morona dediler ya, hiç okula gitmedi, hep evde. Şimdi de deprem bahanesiyle kapattılar. Bu gidişle, hiç okul yüzü görmeden diplomasını alacak, iyi mi!”

Birkaç yolcu daha geldi. Kalktık. Yol boyunca bekleşip duran bir yığın insan var. Coşkun hem şoförlük hem muavinlik yapıyor. “Abicim, ablacım, kapıda durmayın, geçin arka tarafa. Şunları da alalım. Soğukta üşümesin vatandaş.”

O arada, işi biraz hafifleyince, bana dönüyor: “Benim yeğen nerde okuyor, sormadın Mesut Amca.”

“Hadi sordum, de bakalım.”

“İnşaat mühendisliğinde, iyi mi! Şimdi bu çocuğun yapacağı binadan ne hayır gelir? Daha bunun tıpta okuyanı var, ne bileyim, eczacılıkta okuyanı var…”

O arada bizim minibüs balık istifi olmuş. Kızılay’a yaklaşıyoruz. Berbat bir trafik. Adım adım gidiyoruz, iki adımın arasında dakikalar geçmecesine.

Coşkun’la vedalaşıp iniyorum. Onun dediğini yapıyor, yolumu biraz uzatıp kaymakamlığın önüne bir göz atıyorum. Yığınla insan. Deprem bölgesinden kaçıp gelenlerle dolmuş, önünden geçersen gözünle görürsün, demişti. Doğruymuş.

Halkımızın içinde depremde ölüp gittikten sonra yıkıntılardan çıkarılıp yeniden toprağın altına verilenler var, hâlâ yıkıntıların altında olup sayıları bilinemeyenler var, kurtarılıp hastaneye yetiştirilmeye çalışılırken “ne olur özele götürmeyin” diye yalvaranlar var, yardımlarına koşanları engellemeye yönelik zorbalıklara tanık olanlar var, buluştuğum arkadaşımdan öğrendiğime göre oralardan gelip Ankara’da bir apartman dairesinde 30 kişi birlikte yaşamaya başladığına sevinenler var…

Yaşayıp göreceklerimizin de hepsi bu kadar değil üstelik…
O seslenişi hatırlıyorum şimdi, biraz değiştirerek.
Kırıldın ey halkım, bağışla bizi!