Herkesin her alanda birbiriyle kıran kırana kapıştığı yarışma çılgını bir dünya çok mu yaşanılır geliyor size?

Yarışma çılgınlığı

İnsan birden çok nedenle yapması gereken işleri yapmak istemeyebilir ara sıra. Bir insanlık durumudur. Ara sıra olursa, dert değil. Daha doğrusu, ne kadar seyrek olursa, insanlık durumlarından biri deyip üstünde durmamak mümkündür. Seyrekliği azaldıkça, hoşgörülebilir olma özelliği ortadan kalkar. 

Neyse ki bu ikinci türden olmayan bir isteksizlikle oturdum klavye başına. Derken, yıllar önce, 27 Mayıs’a bir ay kala yayımlanmış ve basın tarihimize geçmiş, tek cümlelik bir yazı düştü aklıma. Bir gün önce istibdada karşı ayaklanmış üniversite gençliğinin İstanbul’daki gösterileri sırasında kurşunlanan Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz’in ölümü üzerine, gazetedeki köşe yazısını “Bugün canım yazı yazmak istemiyor.” diye başlayıp bitirmişti Çetin Altan. Çocuktum ama, komünistlikle sosyalistlikle falan ilgisi olmayan babamın “Amma da oturtmuş hergele!” biçimindeki kendine özgü övgüsünün hâlâ kulaklarımda çınladığını söyleyebilirim.

Ona öykünerek mi bir şeyler yazsam, olur mu, olmaz mı diye bir boşa bir doluya koyup ikisinde de olduramazken, bir süredir Cuma günleri burada bize komşu gelen Burçak Özoğlu’nun geçen haftaki yazısı dolaylı biçimde imdadıma yetişti. Hâlâ öyle mi bilmiyorum, bir zamanlar kendisi de eylemli bir sporcuydu Burçak ve, aralarında benim de bulunduğum büyüklerinin uyarılarına aldırmadan, bana hep pek zor ve tehlikeli görünmüş bir sporda ısrar etmişti. Yazısında Tokyo’daki yaz olimpiyatlarıyla ilgili bilgiler veriyordu ve sonunda hangi oyunların hangi günlerde izlenebileceğini gösteren bir program eklemişti. Eskiden olsaydı, o programın bir çıktısını alır ve evdeki televizyon alıcısının yanına yapıştırarak rehberimin hep göz önünde olmasını sağlardım. Oysa, ne öyle bir şey yaptım ne de bugüne kadar bir kez olsun olimpiyat oyunlarını izlemek içimden geldi.

Nedendir diye düşünürken “yarışma” sözcüğüne takılıp kaldım. Kalır kalmaz da 1990 ile 95 yılları arasında mesleki amaçlarla yazdığım ve ülkenin her yanındaki yerel gazetelere ulaştırılan pek çok yazıdan birini hatırladım. Arayıp buldum ve, bazı ayrıntılar dışında, özü bakımından güncelliğini koruduğunu gördüm. Ayrıca, buradaki okurlarım içinde o yazıyı okumuş olabileceklerin oranının, olsa olsa, yüzde bir dolayında kalacağını varsayarak bu haftaki yazma isteksizliğime bir çare bulduğumu sandım. Umarım, çok yanılmamışımdır.

Yaklaşık 30 yıl önce yazılmış o yazıyı, başlığını koruyarak ve biraz da kısaltarak aktarıyorum.

***

Son zamanlarda epeyce azaldı galiba, ya da ben pek rastlamıyorum. Daha önceleri, yurt dışına, uluslararası karşılaşmalar yapmaya giden sporcular, güreşçiler, boksörler, futbolcular, hangileriyse artık, ağızlarına dayanan mikrofonlara konuşurken şuna benzer sözler ederlerdi: “Rakiplerimizi tanıyoruz. İyi hazırlandık. Milletimizin yüzünü güldürecek sonuçlar alacağımıza inanıyorum.” Bu konuşmaları yapanların herhalde onda dokuzu falan da “rakibimiz” derken a’yı iyice uzatarak söyler, yarışacakları karşı takımı ya da sporcuları anlatmak isterken “ata ya da herhangi bir taşıta binen”lerden söz ederek farkına varmadan “absürd”ün doruğuna tırmanırlardı. Anlatmak istediklerinin aynı biçimde yazılarak, ama birinci hecesi kısa söylenerek anlatılabileceğini, onları dinleyenlerin de çoğu bilmezdi aslında. Bilmediği bir yabancı dilden alınmış sözcüklerle konuşanların karşılaşabileceği, hem gülünç hem de üzücü bir durum işte…

(…) şimdi, her derde deva diye ileri sürülüp duran, bilir bilmez pek çok kimsenin ikide bir tekrarladığı şu “rekabet” kavramı üzerinde durmak istiyorum biraz.

Önce, bilinmez ya da anlaşılmaz olandan gelen büyüyü bozmak, sözcüğü biraz da buna dayanılarak çıkartılıverdiği tahtından indirmek için Türkçesini söyleyelim: Yarışma’dır bunun Türkçesi. Her alandaki, özellikle ekonomik yaşamdaki yarışmanın insanlığı ileriye götüren en önemli etken olduğu, geçmişi on sekizinci yüzyıla, hatta daha öncelere giden oldukça eski bir düşüncedir. Bu düşünceye birtakım itirazlarım var; ama onlardan önce, bir noktayı belirtmem gerekiyor. Yarışmanın birçok bakımdan yarar sağladığı durumlar da söz konusu oluyor. (…) Ancak, bu her kilidi açan bir altın maymuncuk olarak görülmemeli, bir fetiş durumuna getirilmemelidir. Öyle sanıyorum ki, yarışma kavramını, buna dayalı yaklaşımları değerlendirirken üç ölçütten yararlanabiliriz. Bunlardan birincisi, yarışmanın kimler arasında olduğu; ikincisi, ne amaçla yapıldığı, ödülünün ya da sonucunun ne olacağı; üçüncüsü ise nasıl yapılacağı, kurallarının ne olduğu ve bu kuralları kimin koyduğudur.

Birinci ölçütte ne demiştik: Kim kiminle yarışıyor? Diyelim, ülkeler birbiriyle yarışıyorlar. Daha çok mal satacaklar, daha gelişmiş, daha güçlü olacaklar. Çok sık görülen, dolayısıyla doğal bir yarışma sanki, değil mi? Peki, öyleyse, daha küçük ve bölgesel olanlarını bir kenara bırakalım, Birinci ve İkinci Dünya savaşlarına ne diyeceğiz? O zamanlar, bazı çok gelişmiş ülkeler, görünüşte pek uygar bir ekonomik egemenlik ve paylaşım yarışmasını sürdürüp dururken, işi milyonlarca insanın ölümüne, kentlerin yerle bir edilmesine yol açan korkunç savaşlara dökmemişler miydi?

Hadi onları bırakalım tarihin kanlı sayfalarında, gelelim bugüne ve çocuklarımıza. Çoğumuz çocuklarımızı daha sekiz-dokuz yaşlarında kurslarla, özel derslerle, testlerle, şunlarla bunlarla yarışma sınavlarına hazırlamaya başlıyoruz. Niye? İyi okullara girsinler, iyi yetişsinler, bu arada biraz yabancı dil öğrensinler, üniversiteye girebilsinler diye. Bunlar kötü amaçlar mı? Değil, ama sonra kalkıp “çocuklar yarış atlarına döndüler” diye yakınan da biz değil miyiz? El kadar çocukların sokulduğu dayanılması güç yarışma ortamının onların kişiliklerini nasıl etkilediğini yeni yeni görmeye başlıyoruz; ileriki yıllarda çok daha sık olarak ve çok daha çarpıcı örneklerle karşılaşacağız. 

Neyse onları da bırakıp, bir başka örneğe, örgüt içi yarışmalara bakalım. Örgütlerde, işyerlerinde, verimlilik ve başarı düzeyini artırmak için çalışan bireyler, kimileyin de örgüt birimleri arasında yarışma özendirilir; hatta zorunlu kılınır; öyle bir ortam oluşturulur. Ancak, bu tür yaklaşımların, bazı verimlilik ve başarı göstergelerinde artışlar da sağlamakla birlikte, örgütte çalışan bireyler ve birimler arasında bulunması gereken işbirliği, yardımlaşma, dayanışma eğilimlerini azalttığı, zaman zaman da neredeyse tümden yok ettiği görülmektedir.

İkinci ölçütümüz, yarışmanın ne amaçla yapıldığı idi. Burada asıl önemli olan kazanılacak ödülden çok, kaybedenin ne kaybedeceği, ne kadar yıkıma uğrayacağıdır. Giriştiği pazar kapma ve “rakibini” alt etme yarışında yenilirse yok olacağını bilen bir işadamı, böyle bir acı sona uğramamak için neden her yolu denemesin? Yarışmayı düzenleyen kurallar ne kadar ağır yaptırımlar getirmiş olursa olsun, bunu tümüyle engellemek mümkün değildir. Halk arasında bu tür durumlar için söylenen bir söz vardır, bilirsiniz: “Öyle de öldük, böyle de…” derler. Kaybetmenin ölüm anlamına geldiğini bilen ya da öyle sanan bir yarışmacının, yarışma kurallarını çiğnemesini önleyecek hiçbir ceza tehdidi olamaz bence.

Çiğnenebileceğini şimdi söyledik ama, yine de, yarışmada üçüncü bir önemli nokta “kurallar”dır. Önceden belirlenmiş, açık seçik kurallar var mı? Bir de, bu kuralları kim koymuş? Her ikisi de önemli. Kimileyin kurallar önceden bellidir de, habire yarışmayı kazanıp duran ve hâlâ yarışmada taraf olan birilerince konulmuştur. O zaman öteki yarışmacılar için durum umutsuz demektir.

Sözün kısası şu: Hiçbir alanda, hiçbir yarışmanın söz konusu olmadığı bir hayat, herhalde, epeyce donuk, coşkusuz, tatsız tuzsuz olur ve pek yavaş gelişirdi. Ama herkesin her alanda birbiriyle kıran kırana kapıştığı yarışma çılgını bir dünya çok mu yaşanılır geliyor size? Bana öyle gelmiyor doğrusu. İkisinden birini seçmek durumunda olduğumuza da inanmıyorum. Böyle ikilemler söz konusu edildiğinde, hep bazı masalların sonunda sorulan o soru gelir aklıma: “Kırk katır mı istersin, kırk satır mı?” Hayır hayır, ikisini de istemem.