'Enkaz tektir ve adı, başına çarpık, çapaçul, başıbozuk türü sıfatlar da getirilmesi mümkün Türkiye kapitalizmidir.'

Tek bir enkaz var

Deprem haftasında yazdığım yazıda yeterince açık mıydı, emin değilim. Aslında 11 ilde ortaya çıkan binlerce yıkıntı, karşı karşıya olduğumuz gerçekliğin bir görünümüdür. Görünümün ardındaki öze bakacak olursak, tek bir enkaz duruyor karşımızda. Onun kendisi için bile çok uzun sürmüş bir siyasal iktidarın beceriksizliğinden, şusundan busundan ileri geldiğini söyleyip durmak, kayıkçı dövüşü yapmaktan başka bir şey bilmeyen düzen içi muhalefetin işidir. Enkaz tektir ve adı, kantarın topuzunu kaçırıp öyle olmayanların kabul edilebilirliği izlenimi yaratmamak kaydıyla, başına çarpık, çapaçul, başıbozuk türü sıfatlar da getirilmesi mümkün Türkiye kapitalizmidir; ille de kişilere sorumluluk yüklenecekse, onun sahipleri ve koruyup kollayıcılarıdır. Bu noktada, büyük devrimci Clara Zetkin’in faşizme ilişkin “devrimini yapamamış işçi sınıfına kesilmiş ceza” tanımını, yanlış yere bakmaktan kaçınmanın yanı sıra, kabahat paylaştırmada adaleti gözetmenin de iyi bir örneği olarak hatırlamak yerinde olur.

Tek bir enkazdan söz etmek gerektiğini anlayıp anlatmak bakımından sözcüğün kendi kökünden hareket etmek bir kolaylık sağlayabilir. Arapçadan dilimize girmiş bu sözcüğün aslı nukz’dur ve yıkıntı, çöküntü anlamına gelir; artık hiç kullanmadığımız, tekil bir sözcüktür. Bugünlerde çok yinelediğimiz enkaz ise bunun çoğuludur. Ancak Türkçede bunu tekil bir sözcükmüş gibi kullanıyoruz. Dolayısıyla, çok sayıda enkazdan değil, tek bir enkazdan söz etmiş oluyoruz. Çoğumuz farkında değiliz, ama bir doğruyu dile getiriyoruz.

Geçenlerde Profesör Doktor Naci Görür, artık fay konusunda, nerededir, nasıl oluşmuştur, hangi sonuçlara yol açabilir biçiminde tartışmalara girmeyeceğini söyledi. Halkı jeolog ya da jeofizikçi yapmanın gereği de imkânı da olmadığını, bunları bırakıp yaşadığımız yerleri nasıl depreme dirençli duruma getirebileceğimizi tartışmak gerektiğini vurguladı.

Bu sözleri kendim için bir uyarı sayarak bir daha depremin toplumsal, siyasal sonuçlarını değil de kendisini ele alan yazılar yazmamaya karar verdim. Gerçi bugüne kadar yazdıklarım da aşağı yukarı böyleydi, ama bundan sonra daha özenli davranacağım. Nedenleri Profesör Görür’ün dedikleriyle, özellikle de sözünü ettiği halktan biri olarak jeolog ya da jeofizikçi olmamın imkânsızlığı ile çakışıyor. Zaten TKP bir Deprem Takip Merkezi oluşturmuş durumda, ayrıca konunun uzmanı aklı başında insanlar var.

Bunun anlamı, kuşkusuz, deprem sorununu tümüyle dışarıda bırakarak konuşup yazmaya devam etmek olamaz; çünkü o uzmanlardan Türkiye’nin bir “deprem ülkesi” olduğunu çoktan öğrenmiş bulunuyoruz. Onlar olmasaydı da bu gerçeği, adını böyle koyamasak bile, en azından çeyrek yüzyıldır yaşayarak öğrenirdik. Ama o iki sözcük, basbayağı dehşet verici bir gerçeği gözümüze sokuyor: İktidarı almak, büyülü gerçekliğin diliyle söylersek, devrim yapmak için yaşadığımız sevgili ülkemizin büyük bir bölümü her an insanlarımızın başına çökme riskiyle karşı karşıya. Üstelik, o bölgeler arasında, en azından kendimi de içinde saydığım bir tür devrimci romantizme uyarak söylersem, bir zamanlar proletaryanın başkenti demekten pek hoşlandığımız İstanbul ile onun çevresindeki yine proletaryanın yurdu sayabileceğimiz birçok büyük kent de bulunuyor. Olası acıların ulaşabileceği yaygınlığı anlatmak için TC yurttaşı olup da İstanbul’da yaşayan yakını bulunmayan kimse yoktur herhalde ya da çok azdır, diyebiliriz. Demek, öyle binler on binlerle değil yüz binlerle anlatabileceğimiz kadar çok sayıda emekçi insanımızın yaşamları, çok daha fazlasının da sağlıkları ve bugüne kadar ürettiklerinin büyük bölümü ile birlikte üretme güçleri de yok olma tehlikesiyle karşı karşıya.

Az önce üstelik demiştik, üstüne üstlük diyerek devam edelim, böyle bir felaketin gerçekleşmesi kesin görülüyor. Şöyle dersek, belki, daha doğru olur: Böyle bir felaketin gerçekleşmeme olasılığının bulunmadığı söyleniyor.

Bu durumda iki nokta öne çıkıyor. Biri, felaketin ne kadar büyük ya da ağır olacağı; öbürü ise zamanı. İlki için aşağı yukarı az önce birkaç satırla betimlemeye çalıştığımız düzeyde bir gerçekleşme tahmini yapılıyor: Şu günlerde üzerinden bir ay geçmiş olan son depremin de içinde olduğu öncekilerin tümünden daha ağır, daha yıkıcı bir felaket. Zamanına gelince bunun kestirilemeyeceği, ama 1999’daki Gölcük adıyla anılana ve yüzlerce yıl öncekilere bakılarak tahminler yapılmaya çalışıldığında, 10 yıldan daha kısa bir süreden başlamak üzere birkaç onyılı aşmayacak bir zaman diliminde beklendiği dile getiriliyor genellikle.

Ne denebilir? Yukarıda dedik aslında, tam anlamıyla dehşet verici!

İnsanla, insanlardan oluşan sınıflar ve toplumlarla ilgili olarak geçmiş ve şimdiki kuşakların geliştirebildiği bütün kuramların, yaratıldıkları zaman dilimleriyle karşılaştırıldığında sıfıra en yakın denebilecek kadar kısa bir sürede, açıklayıcı, inandırıcı, yol gösterici niteliklerinden belli ölçülerde kayıp verecekleri bir durum ortaya çıkabilecek demektir bu. Elbette bir yanılma payı göze alınarak, böyle denebilir; çünkü o kuramların ve bilgi birikiminin tümü, yeryüzündeki bir yaşam düşünülerek ve onun içinde geliştirilmişken, yeryüzünün dışından ve altından karşı konulmaz bir maddi güç devreye girerek, yaratılmış maddi varlıklar ile onları yaratanları ya tümüyle yok etmekte ya da kullanılamaz duruma getirmektedir.

Eğer bu durum devrimden önce ortaya çıkarsa, devrimi yapacak güçleri de ciddi ölçüde zayıflatacak ve devrimden sonra öylesine ürkütücü bir yıkımı önleme gücü de kazanmış yepyeni bir toplumu kurma yolunda yararlanılacak maddi varlıkları esaslı bir yıkıma uğratacaktır. Bütün bunlara eşlik edecek olağanüstü kaos ortamı da eklendiğinde, devrimi büsbütün geciktirici nesnel ve öznel koşulların doğacağını öngörmek ne abartma sayılır ne de karamsarlık. Aynı ortamın devrimi kolaylaştırıcı etkilere yol açabilmesi ise hem şu anda gündemde olmayan, hatta ne olduğu tam bilinmeyen etkenlerin ortaya çıkmasına bağlıdır hem de o etkenlerin bazıları insancıl beklentilerle kolay kolay uyumlaştırılamaz, açıkçası, istenilir olamaz.

Eğer kısaca betimlemeye çalıştığımız olağanüstü kargaşa ortamı devrimden sonra ortaya çıkarsa, o tümüyle önlenmesi imkânsız dışsal etkenin yıkıcılığını büyük ölçüde azaltacak erişkinliğe henüz ulaşılamamış olacağı için, yeni toplumu inşa çabaları ciddi biçimde kesintiye uğrayacak, hatta belki de sosyalist iktidarın kendisi tehlikeye girebilecektir.

Bütün bunlar, bütünüyle enkaza dönüşmüş bir toplumsal-iktisadi düzende dört haftadır yaşamakta olduğumuz ürkünç yıkım günlerinde belki biraz abartılmış, ama kesinlikle aslı astarı olmayan karabasanlar olarak bir kenara atılamayacak kaygılardır; kaygının ötesinde, üzerinde durulması gereken öngörülerdir. Üzerinde durmak ise, kuramsal çalışmalar ile onların ürünü çıkış yollarının ve uygulanabilir çözümlerin yanı sıra, emekçi insanların ayağa kalkmasını sağlayacak bir toplumsal ruh durumunun ve yeni tipte örgütlülüklerin yaratılması olarak anlaşılmalıdır.