İletişime geçtikleri kişi partinin prestijli ikinci adamıydı; zavallı Gregor kapana giriyordu. 

Portreler V: Gregor Strasser – Faşizm faşistleri de vurur VI

“Biz bu meclise kendimizi parlamentarizmle zehirlemek için gelmedik…Biz bu meclise bakanlık postu kapmak amacıyla siyasi anlaşmalara girmek için de gelmedik…Biz, Nasyonal Sosyalistler, reaksiyon değil toparlanma istiyoruz…Biz plansız bir devrim değil, dağılma ve anarşinin yerine yeni bir düzen istiyoruz”1

1932’de Gregor yaptığı konuşmada tam da bunları söylemişti. Bu kelamdan 1932’de Gregor’un artık 1920’lerde savunduğu ne idüğü belirsiz faşizan sosyalizmi savunmayı bıraktığını ve söylemde neredeyse tutucu ve otoriter bir sağcı kıvamına geldiğini anlıyoruz. Gregor’un, hikayesinin nihayete ermesinin hemen öncesinde gelip saplandığı bu pozisyon aslında tüm bu yazı dizisi boyunca savunduğumuz tezi kanıtlar nitelikte; faşizmin içeriden geldiğini anlayan sıradan faşist Almanya’nın içinden geçtiği iç savaş koşullarında gerçek iktidarın sahiplerine garantiler vermektedir. “Anarşi” ve “dağılma” yerine “düzen”. Bir tezi ifade edelim, kapitalist bir toplumda “düzen” veya “istikrar” kavramları ne kadar çok terennüm ediliyorsa faşizm o kadar çok gün yüzüne çıkıyor demektir. 

Gregor bu konuşmayı Nazilerin birinci parti oldukları Temmuz 1932 Reichstag seçimlerinden sonra yapmıştır.  Bu seçimlerde Naziler % 37 oy aldılar. İkinci sırayı Alman SDP (SPD) (% 21,58) ve üçüncülüğü ise komünistler (KPD) (% 14,32) aldılar. Merkez sağ ise neredeyse eridi; yok oldu. Burjuvazinin siyasi ideolojisinin merkez tonları yok olmanın eşiğindeydiler; iç savaş döneminde faşizm burjuvazinin has ideolojisi olduğunu bir kere daha kanıtlıyordu. 

Ancak tüm bu seçim başarılarına rağmen devletin tepesinde düzenin ve mülkiyetin, gericiliğin ve anti-komünizmin şahikası olarak oturan Tanenberg’in odundan kahramanı Hindenburg, ordunun kodamanları ve tutucu Alman bürokrasisi iktidarı Nazilere verme konusunda işi oldukça ağırdan alıyorlardı. Weimar Anayasası görünüşte bir cumhuriyetin anayasasıymış gibi görünen, ancak özünde yürütüme erkine ve özellikle de devlet başkanına yasama organını yok sayma, hatta ikide bir feshetme şansını veren işlevsiz bir metindi. Weimar Cumhuriyeti’nin anayasası cumhuriyetin katledilmesi için her türden olanağı sağlayan bir hilkat garibesiydi açıkçası. Bu anayasal ortamda Alman devleti “halk oyu” ile seçilmiş yönetimler yerine olağanüstü yetkilerle donatılmış ve tepeden atanmış sağcı burjuva hükümetlerin son kullanım tarihleri bile gelmeden miatlarını doldurdukları bir sirke dönüşmüştü. Gregor yazının girişinde nakledilen konuşmasının da gösterdiği gibi bunu pekiyi anlamıştı. Önemli olan oy almak değil, olur almaktı vesselam. 

Bu siyasi çerçeve içinde sıradan ve sığ burjuva siyasetçiler Almanya’da Nazilerin yollarını döşeyen taşeronlar haline geldiler. 1920’lerin başından 1 Ocak 1933’e (Hindenburg’un tüm çekincelerine rağmen Adolf’e o çok istediği şansölyeliği verdiği tarih) kadar Almanya’da merkez sağ burjuva ve Junker partilerin egemenliğindeki koalisyonlar hükümet oldular.  Bu panayırda aldıkları kararlar itibariyle önemli gibi görünen, aslında sıradanlığın ötesine geçemeyen bazı burjuva siyasetçiler öne çıktılar. Bu figürler Gregor’un ve Adolf’ün bir noktaya kadar uyumlu, bir noktadan sonra ise çatışan kaderlerini ciddi manada belirlediler. Bu isimlerin bir kaçından bahsetmekte fayda var. 

Ancak merkez siyasetçi kılığındaki bu panayır soytarılarına göz atmadan önce sıradan burjuva siyasetçisiyle ilgili birkaç tespit yapmak gerekiyor. 

Burjuva siyasetçi bir tür bukalemundur. Çok dinli ve çok derilidir. İçine girdiği kabın şeklini alan, ancak kabın sınırlarını aşmayan ve aşamayan jölemsi amorf bir oluşumdur. Katı bir toplumsal çerçeve içinde mümkün olduğunca temsil oyunu oynayan ancak hiçbir zaman temsiliyetini üstlendiklerini gerçek manada temsil edemeyen vasat bir bireydir. Temsil ettiklerinin kaygılarını ve dünya görüşünü dile getiren ancak bunu yaparken bile oyunun kurallarını bozmamaya çalışan bir şarlatandır. Bir tipoloji olarak, kendi tarihi içinde cesur sayılabilecek ve temsil ettiği sınıfın miyopisinin sınırlarını aşma başarısı gösterebilmiş birkaç örnek dışında, kısa görüşlü, pragmatik ve çok ilginç bir şekilde burjuvazinin doğum çağına damgasını vurmuş bir taşralılıktan mustarip bir garip yaşam formudur o. İktidar erkini elde ettiğinde sığlığı daha da ortaya çıkan çapsız bir vakadır. Temsil ettiği sınıfın kısa vadeli çıkarlarıyla oy alması gereken kitlenin hassasiyetlerini ve taleplerini birleştirmeye çalışırken, bu ikisi arasındaki kesif ve çaresiz çelişkiyi sözde bile gideremeyen ve bu çaresizlik içinde taşralı güdüklüğü daha fazla görünen Comédie Politique’in palyaçosudur. 

İktidar çarkına bir defa yerleştiğinde oy ve seçmen ile ilişkisini çabucak keser, kaba bir realizme teslim olan ve devletin resmi kanallarından yayılan devletin bekası taleplerini onlardan daha yüksek bir feveranla ilan eder. Yetkinleşmiş ve kendi başına maruf bir hayata sahip olan kapitalist devlet mekanizmasının kucağına oturur. Sureti değişir, dili değişir, partisi değişir ancak kapitalist devlet aklının kör realizmi hiç değişmez. Aslında iktidarda olmadığı zamanlarda bile beka söylemine teslimdir; ama en azından halk sınıflarının taleplerine karşı tamamen vurdumduymaz olma şansı yoktur. Ne zamanki iktidar yüzüğünü takar güdük siyasetinden geriye eser kalmaz. Korku ile vurdumduymaz bir barbarlık onun kimliğinde etle tırnak gibi tutunmuştur birbirlerine. Emeğiyle geçinenler, yoksullar, sefiller; bu kitlelerden gelecek tehdidin sürekli olduğunu bilir. Bu nedenle muhalefetteyken yapmaya çalıştığı ancak beceremediği siyaseti bir kenara bırakır. Burjuva siyasetçisi toplumsal bir süreç olan siyasetin en asli düşmanıdır. 

Nitekim Weimar döneminin son parlamento kökenli hükümeti olan sosyal demokrat Müller hükümetinden sonra iktidara gelen hükümetler toplumsal bir mücadele alanı olarak siyaseti bir kenara atan ve burjuva siyasi “siyasetsizliğinin” en uç noktası olan açık faşizme yol döşeyen aracılardır. Bunların öne çıkardığı üç isim, Heinrich Brüning, Franz von Papen ve Kurt von Schleicher, tam da anlatılan türde burjuva siyasetçilerdir. Her üçü de Müller hükümetinin çöküşüyle Hitler’in şansölye olması arasında parlamento desteği olmaksızın hükümet etmişlerdir ve her üçü de bunamanın eşiğine gelmiş Hindenburg’un gözdeleridir. Onların kabinelerine “başkanlık kabineleri” adı verilir. 

Başkanlık kabineleri döneminde Almanya Büyük Bunalım’ın artçı ancak güçlü şoklarını yaşamaya devam ediyordu. Reel gelirler erimeye devam ederken işsizlik hızla yükseliyordu. Sokaktaki insan hızla yoksullaşıyor ve temel tüketim maddelerine bile ulaşmakta zorlanıyordu. Bu toplumsal bunalımın seçim sonuçlarına etkisi ise açıktı; 1930 ile son serbest seçim olan Mart 1933 seçimleri arasındaki dört seçimde ilk üç parti hiç değişmemişti: Naziler, sosyal demokratlar ve komünistler. Üstelik bu dönemde hükümetler de pek kısa ömürlü olacaklardı. Alman kapitalizmi üç krizi aynı anda yaşıyordu: ekonomik kriz, siyasi kriz ve meşruiyet krizi. Bu yönetilemezlik ortamında Reichstag seçimlerinden çıkan sonucu önemsemeyen ve Alman sermayesinin ve devletinin çıkarlarını önceleyen hükümetler kurulması tercih edilen yol oldu. Başkanlık kabineleri bu üçlü krizi halktan gelen taleplerden izole bir şekilde çözmek için kuruldular. 

Kurulan hükümetlerin birbirine bağlı üç işlevi vardı: Birincisi sokakları etkisi altına almış olan iç savaşın emekçiler lehine seyretmesine engel olmak. İkincisi hem aşırı solun hem de aşırı sağın orduyu yıpratacak bir menzil içine girmelerini engellemek. Üçüncüsü, toplumun sola kaymasını engellemeye çalışırken nükseden faşizmi faşistler olmadan yürütmeye çalışmak. Bu sonuncusu çok önemliydi. Çünkü aslında kapitalist devletin yönetsel kapasitesini gösteriyordu. 

Her üçü de bu role uygun burjuva siyasetçilerdi. Weimar Cumhuriyet’nin şansölyesi oldular ancak Weimar’dan nefret ettiler. Parlamentoyu manipülasyon için işlerine geldiği gibi kullanmaya çalıştılar ancak parlamentodan nefret ettiler. Yeri geldiğinde sarı veya faşist sendikalarla iş tuttular ancak sendikadan nefret ettiler. Nazilerin bir bölümünü hükümete almaya çalıştılar ancak Nazilerden de nefret ettiler. Parlamentoda aşırı sol ve aşırı sağa karşı sosyal demokratlardan destek istediler, ancak sosyal demokratlardan da nefret ettiler. Kabine arkadaşlarına muhtaçtılar ancak onlardan da nefret ettiler. Bunak Hindenburg’a borçluydular ancak ondan da nefret ettiler. Renksizdiler, çapsızdılar, pulları dökülen bir taşra kurnazlığına sahiptiler. 

Sonrasında Nazilere isnat edilecek pek çok anti-demokratik uygulamayı ilk önce onlar hayata geçirdiler. Brüning döneminde ayda 100 yayın organının yasaklandığından bahsediliyordu. Sokaklarda SAların komünist ve sosyalist avını yeri geldiğinde kışkırttılar ancak her sokak gücü gibi SAdan da nefret ettiler. Hatta bazı durumlarda SA aktivitelerini yasakladılar. Anayasanın ünlü 48. Maddesini (parlamento ayak bağı olduğunda devlet başkanına parlamentoyu feshetme hakkı veren madde)  kullanmaktan çekinmediler. Böylece Nazilerin ileride resmen yapacakları şeyi onlar de facto yapmış oldular. Kitlesel gözaltıları, grevlerin hem resmi polisi güçleri, hem de ordu ve SA tarafından bastırılmalarını teşvik ettiler. Almanya’ya dayatılan tüm şartlara rağmen ileride Adolf’ün Avrupa’yı kan gölüne çevirmek için kullanacağı orduyu, Wehrmacht’ı el altından genişleterek Almanya’yı yeniden silahlandırdılar. Attıkları her adımda iktidarı Adolf için daha da olgun bir elmaya çevirdiler; fazlaca olgunlaştığında elma bir yerde nasıl olsa düşecekti. 

Ancak soru şu: peki tüm bu melaneti bu üç çapsız kendi başlarına mı yarattılar acaba? Alman devletinin öncelikleri ve kapitalist devletin güçlü bürokratik mekanizması bu üç renksiz adamı Nazi iktidarında daha sistematik hale getirilecek uygulamaların taşeronu olarak kullanmıştı. Aslında bunalım ve kaosu yönetebilecek yeteneğe sahip olsaydı Alman devletinin belki de Adolf ve çekirge sürüsüne ihtiyacı kalmayacaktı. Ancak olmadı; Almanya yönetilenin yönetilebilir olmaktan ve yönetenin de yönetebilir olmaktan çıktığı Leninist bir momente doğru hızla sürükleniyordu. Bu yönetsel meşruiyet krizi Alman devletini ve sermayesini daha köktenci bir çözüne itti. 

Diğer taraftan işler bu minvale gelinceye kadar Alman devleti çeşitli almaşıkları denemekten geri kalmadı. Bu üç karikatürize tipin Nazi Partisi’ne yönelik tutumları benzerdi aslında. Her üçü de seçimlerdeki kitlesel desteğin ardından Nazi Partisi’ni yedeğe almak isteyen bir stratejiyi hayat geçirmeye çalıştılar. Aslında bu strateji Alman devletinin Nazi Partisi’ni kontrol atlına alarak bir tür araca dönüştürme amacının da ifadesiydi. İktidarı bir bütün olarak henüz Nazi Partisi’ne vermek işin açığı korkutucu bir adımdı. SAların sokak şiddetinden, varlıklı sınıflara kaşı küçümsemelerden, Nasyonal Sosyalizmin, özünde anti-Marksist ve anti-sosyalist olan sosyalizminden, ve Nazi Partisi’nin devleti tepeden tırnağa ele geçirme konusundaki açlığından kokuyorlardı. Bu nedenle önce Nazi Partisi’ni iktidar blokunun küçük ortağı yapmayı denediler ancak Avusturyalı onbaşı beklediklerinden daha hırslı ve pervasızdı. Hitler ile 1932’nin baharında başlayan görüşmeler, Hitler’in iktidarın küçük bir parçası yerine tümünü istediği ortaya çıkınca tıkandı. Onlar da Nazi Partisi’nin tümünü değil ama bir parçasını iktidarın saç ayaklarından biri yapmayı hedefleyen bir oyuna başladılar. Bu üçü iktidarı Adolf’e vermek yerine partisinden uyumlu olacak bir ekibe kabinede yer vermeyi teklif eden bir taktik tutturdular. 1933’e kadar bu taktiği uyguladılar. İletişime geçtikleri kişi ise partinin prestijli ikinci adamıydı; zavallı Gregor kapana giriyordu. 

Devamı haftaya….
  

  • 1. Akt. Peter D. Stachura, Gregor Strasser, s. 85. Not: Girişteki resim, soldan sağa Brüning, Papen ve von Schleicher. Bu arada anlatılan dönem ile ilgili iyi bir arka plan için geçen hafta önerilen Volker Kutscher’in Gereon Rath serisinden uyarlanan Babylon Berlin dizisi izlenebilir.