Ve Gregor, sıradanlığın ve ikiyüzlülüğün en gözde temsilcilerinden biri olarak bu dönemde tecelli eden kaderin hem mimarı hem de kurbanıydı.

Portreler V: Gregor Strasser – Faşizm faşistleri de vurur II

Engels 1891’de kaleme aldığı “Almanya’da Sosyalizm” başlıklı makalede şunları yazmıştı:

“Bir savaş her şeyi değiştirirdi….Eğer bir savaş patlamış olsaydı bir şey kesin olurdu; 15-20 milyon adamın birbirini boğazlayacağı ve Avrupa’yı daha önce hiç tahrip edilmediği kadar tahrip edecek bu savaş ya sosyalizmin doğrudan zaferine yol açardı, ya da eski düzenin içinde büyük bir alt üst oluş yaratırdı, her yerde geride bir harabe yığını bırakırdı, bundan dolayı eski kapitalist toplumu idame etmek eskisine göre kabil olmaktan çıkardı, ve 10- 15 yıl geciktirilmiş sosyal devrim daha radikal olurdu ve daha çabuk hayata geçirilirdi”

Engels’den yukarıdaki alıntıyı yapan Pierre Broue haklı bir şekilde Engels’in Almanya’yı proletarya ile burjuvazinin son bir savaş için karşı karşıya gelecekleri savaş meydanı olarak gördüğünü belirtmektedir.  Engels’in öngörüsünde belirli bir noktaya kadar haklı çıktığını kimse yadsıyamaz. Ancak sadece belirli bir noktaya kadar.

Bir savaş oldu (I. Dünya Savaşı), bu savaş sosyalizme doğrudan geçişi Almanya’da değil ama başka bir yerde sağladı (Bolşevik Devrimi), Almanya’da sosyalist bir devrim denemesi başarısız oldu (1917-1923 Alman Devrimi), ancak yine Almanya’da eski kapitalist toplum harabeye dönüştü, ve harabeden anayasal bir devrim (1918 Kasım’ında monarşinin yıkılması), bir uzun iç savaş ve faşizm çıktı.

İki savaş arası dönemde Almanya gerçekten kimsenin tasarlayamayacağı bir tür film seti gibiydi; devrim, karşı devrim, hiper enflasyon, ekonomik bunalım, çöküş, sokak savaşları, faşizm. İnsanlığın tüm büyük hayallerinin ve en büyük çöküntülerinin, erdemlerinin ve erdemsizliklerinin, ve barbarlığının, ve dahi sadakatinin, ve iki yüzlülüğünün, entelektüel derinliğinin ve cehaletinin, geleceğe aşkının ve geçmişe öfkesinin, geçmişe aşkının ve ana yönelik tiksintisinin, işte bunların hepsinin sahne aldığı bir dönemdi iki savaş arası dönem. Belirlenimlerinden kopmuş gibi görünen bu toplumda eskinin büyük kültleri toza dönüşürken, sıradanlığın ve dekadansın zirvesindeki, sıradan, ikiyüzlü ve haris insanların Goethe’yi, Beethoven’i, Bach’ı, Hegel’i ve Marx’ı insanlığa armağan eden bir toplumu sadece kendisi için değil, tüm Avrupa ve tüm insanlık için bir tür kara vebaya dönüştürdükleri garip bir dönemdi bu. Ve Gregor, sıradanlığın ve ikiyüzlülüğün en gözde temsilcilerinden biri olarak bu dönemde tecelli eden kaderin hem mimarı hem de kurbanıydı.   Şimdi Gregor’un öyküsüne devam edebiliriz.

Gregor 1892’de Yukarı Bavyera’da, Giesenfeld’de doğdu. Babası Peter Strasser Bavyera’yı yüzyıllardır yöneten Wittelsbach sülalesinin bir memuruydu. Wittelsbachların Bavyera’daki hükümranlıklarına 1871’de Almanya’nın birleşmesi sürecinde bile halel gelmemişti. Bavyera birleşik Almanya’nın bir parçası olmasına rağmen ayrıksıydı. Örneğin birleşik Almanya’nın tepesine oturan Prusyalı Hohenzollernler ile Wittelsbachların arasında sürekli bir soğukluk vardı. Bu soğukluğun siyasi, tarihsel ve dini nedenleri vardı. Protestan ağırlıklı Kuzey ve Batı Almanya’nın aksine Bavyera ağırlıklı olarak katolik idi. Almanya’nın federal yapısı içindeki diğer devletlere göre Bavyera, Prusya monarşisi ile arasında sürekli bir mesafe koyamaya azmetmişti.  Bu iki unsur bir araya gelince Bavyera, katolisizmini ve Bayveralılığı öne çıkaran tutucu ve sağcı, ancak güçlü burjuva partilerinin anavatanı olmuştu her zaman (hala da öyledir ya). Gregor bu türden kültürel ve siyasi bir ortamda doğdu. Beş çocuklu bir ailenin en büyük çocuğuydu. İkinci çocuk, Bernhard, I. Dünya Savaşı’nda savaştıktan sonra Benedikten bir keşiş olacaktı. Üçüncüsü, Otto, Nazi hareketinin tarihi içinde oldukça ünlenecek ancak Hitler’in gazabına uğrayarak yurtdışına kaçacaktı. Sonu Gregor’unki gibi olmayacaktı. Dördüncüsü, Olga’dan sonra son çocuk Anton gelecekti. Anton avukat olacak ancak Stalingrad Cephesi’nde kaybolacaktı.

Gregor küçük bir memur ailesinin çocuğu olarak çok büyük bir konfor içinde olmasa da görece rahat bir çocukluk geçirdi. Babası I. Dünya Savaşı öncesinde özellikle Bavyera’da giderek güçlenen muhafazakâr ve milliyetçi bir siyasi görüşü çocuklarına da aşılamaktaydı. Peter Strasser aynı zamanda yerel gazetelerde mahlas ile yazı yazıyordu. Yazdıkları Alman ulusunun karşısına dikilen siyasi ve kültürel tehditleri teşhis etmeye çalışan amatör işi, ucu açık gericiliğe varan makalelerdi. Babalarının bu merakı hem Gregor’u hem de Otto’yu çok etkileyecekti.   

Onu düşünsel yönden etkileyen babasının bütçesi çok istediği tıp eğitimini karşılamaya yetmeyeceğinden lise sonrası Gregor, kayıtlara göre, bir kimyagerin (herhalde eczacıydı ve o günlerde eczacılar böyle adlandırılıyorlardı) yanına çırak girdi, 18 yaşındaydı. Derken I. Dünya Savaşı patladı ve diğer tüm Alman gençleri gibi onun da yaşamı kökten bir şekilde değişti. Hemen orduya katıldı. Verdün ve Somme gibi büyük muharebelere katıldı ve önemli nişanlar kazandı. İleride Alman aşırı sağının ve Nazizmin yönetici kadrosunda bulunacak tüm önde gelen figürler için olduğu kadar, Gregor için de savaş deneyimi çok derin izler bıraktı. Tıpkı diğerleri (Hitler, Göring, Röhm) gibi Strasser de insan öldürürken silah arkadaşlığının, siper yoldaşlığının ve asker dayanışmasının farkına vardı. O da silah altındaki diğer Alman sağcıları gibi safiyane bir şekilde 1918’ün lanetli Kasım’ına kadar savaşı kazandıkklarını düşünüyordu; kaybetmelerine imkan yoktu. Ancak sükut-u hayal yakındı.

Biraz ara verelim ve cepheye gidelim. Aslında 1917 yılı Alman emperyalizminin savaş alanlarındaki performansı açısından çok da parlak geçmemişti. Batı Cephesinde bir tür kördüğüm oluşmuştu; Alman ordusu ile İtilaf devletleri (İngiltere ve Fransa) orduları arasındaki cephe bir o yana bir bu yana kısa ilerlemeler gösterse de hemen hemen olduğu yerde duruyordu, bıktırıcı ve insani yönü ağır bir savaş veriliyordu. Doğu Cephesinde ise olağanüstü bir olay (Bolşevik Devrimi) Alman ordusunu birden çok rahatlattı. Bolşevikler her şeye rağmen barış istediler ve Brest-Litovsk ile (çok yüksek bir bedel karşılığında) barışı elde ettiler. Alman ordusu açısından doğudaki tümenleri Batı Cephesi’ne nakletme şansı doğdu. Bu iyi bir gelişmeydi.

Ancak yeni bir olgu Alman genelkurmayının tüm planlarını altüst eti. Nisan 1917’de ABD savaşa girdi ve önce yavaş sonra da hızlı bir şekilde Amerikan askerleri Avrupa’ya nakledilmeye başlandı. Moral ve fiziksel gücü tükenmek üzere olan İngiliz ve Fransız askerleri için büyük bir destek oldular. Ancak 1918’in başlarında henüz inisiyatif Alman ordusunun, ve onu ellerindeki kırbaçla ileri doğru iten iki titanik figürün, Ludendorf ile Hindenburg’un elindeydi. Bu iki Doğu Prusyalı Junkerin iki savaş arası dönemde, Almanya’daki iç savaş sürecinde Alman aşırı sağına ve Nazizme büyük hizmetleri olacaktı. Aslında 1916’dan sonra zaten hem askeri hem de siyasi olarak Almanya’nın hakimi bu ikisi gibi görünüyordu. Kayzer Wilhelm bir tür vitrin süsüne dönmüş durumdaydı. Birbirini takip eden Junker-burjuva hükümetleri de bu iki hamkafa ne isterse yerine getiriyorlardı.

Velhasıl 1918’in başıyla birlikte Batı Cephesi’nde topyekûn taarruza geçtiler. Doğudan nakledilen tümenlerle birlikte güçlenen hatlarını ileriye doğu ittiler. Başta şaşıran ve bocalayan İtilaf güçleri panik altında geriye çekildiler, hem de geniş bir toprak parçasını geride bırakarak. Gerçekten Gregor da dahil tüm Alman sağcıları zaferin yakın olduğuna inanıyorlardı. Hatta Almanya’da halk zaferi kutlamaya başlamıştı.

Ancak işin özünü sadece kendilerini her şeye hükmeden tanrılar gibi hisseden iki Prusyalı ahmak general biliyordu. Paris’e yaklaşmasına rağmen Alman ordusunun mecali kalmamıştı. Öncelikle bu ilerleme neredeyse bir milyona yakın asker kaybına yol açtı. Alman halkının bu kadar kaybı yerine koyacak gücü yoktu. Ayrıca Fransa içlerine doğru ilerleme cepheyi asker sayısı iyice azalmış Alman ordusunun kaldırmayacağı kadar genişletmişti. Askeri terminolojiyle cephe genişlemiş fakat Alman hatlarının derinliği azalmıştı. Artık küçük bir darbeyle yarılabilir hale gelmişti. Dahası bu harekat Alman ikmal hatlarını zayıflatmış ve düşük gıda ve insan kaynakları dolayısıyla sürdürülemez bir durum yaratmıştı. Ludendorf ve Hindenburg bunu bal gibi biliyorlardı.   Bu nedenle hükümete baskı yaptılar ve ünlü 14 noktasını yeni açıklamış Wilson ve ABD ile halihazırda sürdürülen gizli ateşkes görüşmelerinde daha ısrarcı olma emri verdiler. Emri onlar verdiler sonra suçu başkalarına attılar.

Daha da kötü bir gelişme vardı. Rusya’da Şubat ve Ekim Devrimleri, malum, işçi, köylü ve asker sovyetlerinin eseriydi bir yerde. Bu radikal sol dalga Alman ordusunu da etkilemeye başlamıştı.  Bir zaman gizlice faaliyet gösteren asker sovyetleri açıktan propaganda yapmaya başladılar. Almanya’dan önce Alman ordusu bir tür iç savaş yaşamaya başladı. Gregor anılarında “bozguncu” komünist askerlerin nasıl birlik birlik dolaşıp propaganda yaptıklarını büyük bir kinle aktarır. Örgütlenmenin merkezi ise Kiel gibi deniz üsleri ve donanmaydı. Alman sağcılarına göre Alman ordusu cephede yenilmeden önce içeriden sakatlanıyordu.

1918 yazında taze ABD kuvvetlerinin de katılımıyla birlikte İtilaf orduları karşı taarruza başladılar ve Alman Ordularını ünlü Hindenburg hattına kadar süpürdüler. Son yaklaşıyordu. Ayrıca denizde savaşı kaybeden Alman donanması son bir kere saldırıya geçmeye kalkınca soncu belli bu saldırıda kendilerini Kayzer ve Alman gericileri için kurban etmek istemeyen devrimci Alman denizciler Kiel’de ayaklandılar. En büyük darbe buydu, silah altındaki (Gregor’un da içinde bulunduğu) Alman sağcıları bunu hiç unutmadılar. Dahası Wilson yönetimi sürüp giden topyekûn katliamdan ve savaştan sorumlu olan otokrasi Almanya’nın başında durduğu sürece ateşkesin olmayacağını ilan etti. Mesaj çok açıktı. Alman emperyalizmi ve militarizmi için kötü haberlerin sonu yoktu.  1918’in ikinci yarısında müttefikleri tek tek savaş sahnesinden çekilmeye başladılar. Bulgarlar açıkça ateşkes istediler, Avusturya- Macaristan da aynı sona doğru hızla yaklaşmaktaydı. Osmanlı orduları da dağılma sürecindeydiler.

Neticede 1918 Kasım’ında film koptu. Askerlerle başlayan devrim ateşi cephe gerisine sirayet etmişti. Tüm Almanya grevlerle sarsılıyor ve her yerde işçi sovyetleri kuruluyordu. Hem Almanya hem de Alman ordusu iç savaşı yaşıyordu. Alman yönetici sınıfları, Junkerler ve burjuvalar Almanya’yı komünistlerden ve işçilerden kurtarmak için yenilgiyi kabullenmişlerdi. İçeride kazanabilmek için dışarıda kaybetmeliydiler.  Üstelik ordu giderek devrimci askerlerin egemenliğine girmeye başlamıştı bile. Nitekim 8 Kasım’da Hindenburg ve Kayzer görüştüler, sonrasında General Groener (ki Lundendorf’un yerine atanmıştı) Kayzer’e artık ordunun onun emirlerine uymayacağını bildirdi. ABD yönetiminin ateşkes için ön şartı, Alman komuta kademesinin barış için Kayzer’den vazgeçmeye meyilli olması ve Alman işçilerinin fiili isyanı; tüm bunlar Kayzer’i tahttan çekilmeye zorunlu kıldı. 700 yıllık Hohenzollern hanedanı son buldu, muhafazakar Junker hükümet istifa etti ve Alman Sosyal demokratları iktidarı kucaklarında buldular. Hindenburg, Alman burjuvaları ve Junkerler onlar için kestaneleri ateşten alacak safı bulmuşlardı. Ebert ateşkesi ilan etti ve Alman ordusunun büyük bir bölümü terhis edildi. Kudretli II. Reich sona erdi, güdük Weimar Cumhuriyeti başladı.

Gregor da terhis edilenler arasındaydı. İnanamıyordu, neredeyse kazanacaklardı. Gregor da diğer Alman aşırı sağcıları ve faşistleri gibi Almanya’yı “arkadan bıçaklayan” koalisyonu teşhis etmişti;  ordunun düzenini bozan komünistler, ateşkes isteyen sosyal demokratlar, ordunun altını oyan burjuva politikacılar, sadece kendilerini düşünen Junkerler ve savaş süresince halkı sömüren Yahudiler. Faşistler her şeye karşıydılar. Alman ordusu kendini bitirerek içindeki iç savaşı de bitirmişti. Oysa Almanya’da iç savaş sürüyordu ve Gregor nefret ve gazap ile donanmış bir şekilde hazırdı.

Devamı haftaya….