Türkiye kapitalizminin halkımıza sunabileceği ne kaldı? Bir yoksulluk, bir mapusluk, bir de bitmez tükenmez bungunluk…

Otomobil uçar gider mi?

Kapitalizmin emperyalizm aşamasına girişi, geçen yüzyılın başından 25-30 yıl önceye rastlıyor. Bu konuda ilk yazanların böyle bir görüş birliği içinde olduğu saptanabiliyor. Bu yeni yüzyılın hemen hemen bütün ilk yarısı boyunca, insanlık önce bir büyük paylaşım savaşı, sonra devrim denilen çok büyük bir alt üst oluş, ardından hâlâ tarihindeki en yıkıcısı olarak anılan ve uzun süren bir büyük iktisadi bunalım, ensonu ilkinden çok daha yerle bir edici bir ikinci büyük savaş yaşıyor ve bu sonuncusundan, emperyalizmin temsilcileri her ne kadar kabul etmeye pek yanaşmasalar da, o büyük devrimin ürünü olan sosyalist devletin gücü ve özverisi ile kurtulabiliyor.

Dikkat edilirse, son cümlede tam beş kez “büyük” sözcüğünü kullandık. Geçen yüzyılın ilk yarısında olup bitenleri anlatmak bakımından ilk akla gelen ve en uygun sıfatlardan biri olduğu içindir.  

Aşağı yukarı elli yıllık bu kargaşa dolu dönemde emperyalizmin insanlara satın alsınlar ve kullansınlar diye sunabildiği iki yenilikten söz etmek mümkün. Biri, onları harekete geçiriyor, özgürleştiriyor, daha doğrusu öyle olduklarını sanmalarına yol açıyor; öbürü, günlük hayatlarına kolaylık ve biraz da eğlence getiriyor. İlki, otomobil; ikincisi, elektrikle çalışan birtakım araçlar. Hepsi de kitlesel olarak üretiliyor ve kitleler tarafından tüketiliyor.

Bunların ilk ve en yaygın, en görünür, en gösterişli biçimde gerçekleştiği ülke, Amerika Birleşik Devletleri. Artık emperyalist dünyanın egemen ülkesi konumuna yerleşmiş olan ABD’de zengini yoksulu, beyazı siyahı ile insanlar, bu özelliklerine uygun otomobillerle içli dışlı bir hayat sürerken, aralarında televizyon denilen bir aygıtın da bulunduğu tüketim araçlarını da kimi yeni kimi eski, kimi az kimi çok olmak üzere kullanır duruma geliyorlar. O kadar ki, bu araçlar insanların bedenlerinin bir uzantısı oluyor. Örneğin, “drive-in movie” dedikleri açık hava sinemalarına otomobilleri ile gidiyor ve otomobilden hiç çıkmadan, coca-cola içip atıştırmalıklarını yiyerek artık dev bir endüstri durumuna gelmiş Hollywood’da üretilen filmleri izliyorlar. O arada, eyalet valisi ve polisi ne kadarına izin veriyorsa, başka işler de tutabiliyorlar; ama orasına karışmak bizim işimiz olmasa gerek.

Buradan “American way of life” dedikleri bir yaşama biçimi çıkıyor, bizim dilimizde “Amerikan hayat tarzı” diyoruz.

Diyoruz ve biz de ona özenmeye başlıyoruz. Henüz “ufak ufak” demek gerekse de, başlıyoruz. Zaten, uzun yalvarıp yakarmalardan sonra ve Kore savaşına ABD’nin arkasından ikinci en kalabalık ordu ile katılım gerçekleştirilerek Nato’ya üye olunmuştur. Üstelik zamanın başbakanı da “Küçük Amerika olacağız” hedefini koymuş bulunmaktadır. 

Lakin, küçük bir eksiklik de yok değildir. Ne montajla falan da olsa üretilip pazarlanmış otomobiller vardır daha, ne onların üzerinde uçup gideceği yollar, ne de onları satın alacak insanlar. Olsa olsa az sayıdaki zenginlerin caka sattıkları, belki biraz da uzunca süreli yurt dışı görevlere gitmiş asker sivil yüksek bürokratların dönerken edindikleri “yayla gibi arabalar”. Ama, “Büyük Amerika”nın yukarıda sözünü ettiğimiz Hollywood filmleri belli başlı kentlere ulaşmış durumdadır. O filmlerde yeterince otomobil ile yeterince macera, yeterinden çok hayal bulunmaktadır.

İşte o yıllarda, elliler oluyor, bir film için bestelendiğini buldum da tam olarak hangi yıl ve hangi film için olduğunu bulamadım, üstad Münir Nurettin Selçuk “Otomobil uçar gider” diye bir şarkı besteleyip söylüyor. Çok tutuluyor. Sözlerini yazan Vecdi Bingöl. Besteciden 10 yaş kadar daha büyük, aslen Eğin’li, en çok İstanbul’da yaşamış bir “güfte şairi”, böyle söyleniyor. Günümüzdeki bazı alışkanlıklara uydurarak “güftelerin efendisi” demek de mümkün; 1000’e, yazıyla bine yakın güftesi olduğu hesaplanmış. Burada sözünü ettiğimiz şöyle:

Otomobil uçar gider
Ömrüm gibi geçer gider
Ben talihin peşindeyim
Talih benden kaçar gider

Otomobil tuttu yolu
Bu yolda macera dolu
Direksiyon yâr elinde
Gönlüm ardına koşulu  

Her iki dörtlüğün sonunda da şu nakarat var: “Yâr yâr… güzel yolcu güle güle”.

Şimdi Münir Nurettin üstadımız sağ olsaydı diyemeyiz pek, tevellüdü 1900 olarak bilinir, o kadar yaşayamazdı; ama onun oğlu, bizim yetmişlerin ikinci yarısındaki İşçi Kültür Derneği’nde katkılarını aldığımız, arkadaşımız Timur Selçuk sağ olsaydı, kuşkusuz o şarkıyı değiştirerek söylemek zorunda kalırdı: Otomobil uçar gider diyecek değildi ya halkımızla alay edercesine, “otomobil yatar durur” diye söylerdi.

Gerçekten, yatıp duruyor otomobiller. Son günlerde tuhaf bir alışkanlık edindim. Evime giderken yolu biraz uzatıp yakınlardaki sekiz on katlı apartmanların, onların oluşturduğu sitelerin çevresine doğru yürüyorum; ara sokaklara girip çıkıyorum. Karı-koca çalışabilen genç ya da orta yaşlı emekçiler, bir de emekli olmuş emekçiler yaşıyor buralarda daha çok. Bir zaman edinilmiş otomobiller her yana park edilmiş durumda. Gözlerimle belirlediğim işaretlerden yararlanarak bu park durumunun süreklilik kazandığını, otomobillerin büyük çoğunluğunun günlerce yerinden hiç kıpırdamadığını saptayabiliyorum. Benzinin litre fiyatı iki yıl öncesinin yaklaşık dört katına çıkmış ve artık zamlar kuruşla değil lira olarak, üstelik üç beş günde bir yapılırken, başka türlüsü olabilir miydi?

Bu uçup gidiyor mu yatıp duruyor mu teftişini yaparken, bir yandan da, o her günkü hayatı kolaylaştıran ve eğlenceli kılan elektrikli araçları düşünüyorum. Bir milletvekilinin daha bir iki gün önce yaptığı hesaplamaya göre, üç beş aya kadar elektrik faturalarının en az iki katına yükseltileceği haberi takılıyor aklıma. Eh, anlaşılan, o araçların da evlerde tümüyle dekoratif unsurlar olarak kullanılır duruma gelişi yakındır.   

Türkiye kapitalizminin halkımıza sunabileceği ne kaldı? Bir yoksulluk, bir mapusluk, bir de bitmez tükenmez bungunluk…

Not: O mahur şarkıyı buraya koymadım. İsteyen, internette kolayca bulup dinleyebilir. Bana sorulursa, üstadın sesinden dinlenmesini öneririm. Ayrıca, Timur’un ölümünden kısa bir süre önce, bariton Altuğ Dilmaç’la birlikte, Bodrum Oda Orkestrası eşliğinde söyledikleri var; onu da dinleyebilirler. Altuğ altmışların ortasında benim Çanakkale Lisesi’nde arkadaşımdı, o zamandan beri görmüşlüğüm yok, ne yazık. Şimdi geriye dönüp bakıyorum da  üst üste iki görkemli onyıl yaşanmış bu ülkede, hem de aradaki 12 Mart kesintisi aşılarak. Az çok benzerini bir daha yaşayacak olursak, arkasını getireceğimiz kesindir.